2010 KPSS SORU VE CEVAPLARI
Kpss soru ve cevapları için tıklayınız.
12/07/2010 osym internet sitesinde açıklandı.
2010 kpss sorularının bir kısmını data yayınları açıkladı.
11 Temmuz 2010 Pazar
2010 KPSS SORU VE CEVAPLARI
3 Temmuz 2010 Cumartesi
İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI’NIN DEVLET HİZMETLERİ
II.1: İlk Görev Yeri
Darülfünûn’u bitirip diplomasını alan Uzunçarşılı annesi Ratibe Hanım’ın ve babası Mehmet Lâtif Efendi’nin elini öperek muallimlik için Maarif Nezaretine müracaat etmek üzere izin istemişti. Babası acele etmemesini istemiştir fakat Uzunçarşılı bir dilekçe ile müracaat etmiştir.
Salih Bey adında bir arkadaşı tayinlerin Kütahya ve Amasya’ya açık olduğunu söyleyerek kendisinin Amasya’ya tayin isteyeceğini söyledi. Uzunçarşılının’da Kütahya’ya tayin istemesini tavsiye etti. Müsteşar Salih Zeki Bey’in yardımıyla 600 kuruş maaşla Kütahya İdadisi Tarih muallimliğine tayin oldu (1912).
Okulun müdürü Abdullah Nasih isminde biriydi. Uzunçarşılı müdürü şöyle tasvir etmiştir: “Sarıklı uzun boylu, var-yok sakallı, zeki gözlü bir zat idi.” Abdullah Nasih Bey’le tanıştıktan sonra müdür Uzunçarşılı’yı öğrencileriyle tanıştırdı.Tanıştırdıktan sonra müdür gitti.
Uzunçarşılı ilk dersi hakkında şunları demiştir: “ Ben o anda senelerden beri tahayyül ettiğim arzuma erdiğimden dolayı Allah’a şükrederek kürsüye çıktım. Derse başlamadan önce zihnen hazırlamış olduğum ilk konuşmayı yaparak dersin ehemmiyetini anlattım.Ve muallim olmak arzumun mekteb sıralarında başladığını ve gayeme erişmek için çalıştığımı ve Allah’ın inayetiyle gayeme erdiğimi ve bugün bu kürsüden ders verdiğini tafsilâtiyle söyledim. Konferans şeklini alan ders böylece sona erdi.
Elde okunacak kitap yoktu,hangi tarih kitabının okutulacağını ve programını bilmediğim için birinci ders faydalı lâkin kitapsız ve programsız geçti; fakat talebe takririmden memnun olmuştu. Bunu yüzlerinden anladığım gibi sonradan da haber aldım.”
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kütahya İdadisinde sekiz sene kalmıştır. Mekteb Sultanîye Liseye çevrilince 1200 kuruşla Tarih öğretmenliğinde kalıcı olarak görevine devam etti.
II.2: Diğer Hizmetleri
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Milli mücadele başladığı zaman okul tatilinden yararlanarak Kuva-yi Seyyare’de karşılıksız hizmet etmiştir. Raportörlük yapmıştır. 30 Temmuz 1921’de Kütahya’nın Yunan kuvvetleri tarafından işgali üzerine Eskişehir’e oradan Ankara’ya geçti Uzunçarşılı Kütahya’da bulunduğu sırada oranın tarihine ait notlar tutmuştur. Bu notlar Maarif Vekâleti tarafından yayınlanmıştı. Bunun üzerine Kütahya Meclis-i Umumîsi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya fahrî hemşehrilik ünvanı vermiştir.
1922 yılında Trabzon Sultanîsi Tarih Muallimliğine tayin olmuştur.Yeni görev yerine gitmek üzere Kastamonu’ya geçti.Burada çıkan Açık-Söz Gazetesi’ne yazılar yazmıştır. Uzunçarşılı bu gazeteye Kastamonu’ya gelen valilerin hangi yollarla göreve geldiklerini bazı belgelerle açıklayan bir makale yazmıştır. Bu makaleyi Kastamonu valisi Rafet Canıtez okuduktan sonra İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Kastamonu Lisesi’nin Tarih Muallimliğinde kalmasını teklif etmiştir.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kastamonu’yu tercih etmesinin sebebinin akıllı bir çevreye sahip olması ve Açık-Söz gazetesi sayesinde yayın yapabilecek olması olduğunu belirtmiştir.
Açık-Söz Gazetesinde “Muallim İsmail Hakkı” imzasıyla Kastamonu’ya ait tarihi makaleler yazmıştır. Hezar Dînar takma adını kullanarak da eğlenceli yazılar yazmıştır. Uzunçarşılı Milli zafere kadar Kastamonu’da hem öğretmenlik hem de gazete yazarlığı yapmıştır. 1922 yılında Kütahya Sultanîsi müdürlüğüne tayin edildi. Fakat göreve başlamadan önce Balıkesir Milletvekili Vehbi Bey ve arkadaşlarının isteği ile Balıkesir Lisesi Müdürlüğüne tayin olmuştur. 1924 yılında da Balıkesir Maarif Müdürü olmuştu. 1925 yılında Maarif Vekâleti Müfettiş-i Umumiliği’ne tayin oldu. 1926 tarihinde 7500 kuruş maaşla Maarif Vekâleti ilk Tedrisat Umum Müdürlüğüne tayin edildi. 1927 tarihinde birinci sınıf Maarif Müfettiş-i Umumiliğine nakledildi. Aynı yıl Balıkesir Milletvekilliğine seçilmiştir.
Mebusluk yaparken bir yandan Atatürk’ün vermiş olduğu bir emirle İstanbul Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde ders vermiştir. Yaklaşık 10 sene kadar burada ders vermiştir.
Öğretmenlik hayatı boyunca derslerden başka araştırmalar ve incelemeler yapmıştır. Maarif Müfettişliği yaptığı zamanlarda gezip gördüğü yerlere ait önemli belgeleri “Kitâbeler” adı altında 2 ciltten oluşan bir eserle anlatmıştır. Kütahya’da öğretmenlik yaptığı sırada oraya ait tarihi bilgileri “ Kütahya Şehri “ ismiyle Maarif Vekâleti tarafından yayınlanmıştır. Ayrıca Maarif Müfettişi-i Umumiliği ile Sivas ve çevresini gezmiştir.Gezip gördüğü bu yerleri “ Sivas Şehri” isimli bir kitabında anlatmıştır.
Hamdullah Subhi Bey’in yol göstericiliği ile 1931 yılında Türk Tarih Kurumuna üye olmuştur. Türk Tarih Kurumunun yayınlamış olduğu Belleten adlı dergi çıkarılmaya başlayınca Uzunçarşılı bu derginin ilk sayısına “Karamanoğlu İbrahim Bey” zamanında olmuş olan olayları yazmıştır. Bundan sonrada bu sayıyı takip eden diğer sayılarda da çeşitli tarihi konularda yazılar yazmıştır.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Türk Tarih Kurumunun Yeniçağ Kolu üyesiydi. Yönetim kurulunca genel bir Türk Tarihi’nin yazılmasına karar verilmesi üzerine Osmanlı Devleti tarihinin başlangıcından on sekizinci yüz yıl sonlarına kadar olan kısım (1789) İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya verilmiştir. 1789 tarihinden sonra bir kısmını Prof. Enver Ziya Karal, ondan sonraki kısmı da Prof. Hikmet Bayur yazacaktı.
Üniversite reformundan sonra Ord. Prof. olarak Edebiyat Fakültesinde öğretim görevine başladı.Anadolu Selçukluları ve Beylikleri, Osmanlı Devleti’nin Kanuni devrinin sonuna kadar olan kısmını ders olarak anlatmıştır. İstanbul’da ders saatleri dışında devamlı Başbakanlık Arşivinde bulunurdu. Osmanlı medeniyet ve teşkilat tarihi ile ilgili belgeleri incelerdi.1939 yılında üniversiteden ayrılarak milletvekili oldu.Halk Partisi’nin iktidardan ayrılması sonucu tekrar 1950 yılında üniversiteye dönmüştür. Bu dönemde araştırmalarını daha çok Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde yapmıştır.
10 Ekim 1977 tarihinde Arşiv dönüşü arabada fenalık geçirmesi sonucunda vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndedir.
Darülfünûn’u bitirip diplomasını alan Uzunçarşılı annesi Ratibe Hanım’ın ve babası Mehmet Lâtif Efendi’nin elini öperek muallimlik için Maarif Nezaretine müracaat etmek üzere izin istemişti. Babası acele etmemesini istemiştir fakat Uzunçarşılı bir dilekçe ile müracaat etmiştir.
Salih Bey adında bir arkadaşı tayinlerin Kütahya ve Amasya’ya açık olduğunu söyleyerek kendisinin Amasya’ya tayin isteyeceğini söyledi. Uzunçarşılının’da Kütahya’ya tayin istemesini tavsiye etti. Müsteşar Salih Zeki Bey’in yardımıyla 600 kuruş maaşla Kütahya İdadisi Tarih muallimliğine tayin oldu (1912).
Okulun müdürü Abdullah Nasih isminde biriydi. Uzunçarşılı müdürü şöyle tasvir etmiştir: “Sarıklı uzun boylu, var-yok sakallı, zeki gözlü bir zat idi.” Abdullah Nasih Bey’le tanıştıktan sonra müdür Uzunçarşılı’yı öğrencileriyle tanıştırdı.Tanıştırdıktan sonra müdür gitti.
Uzunçarşılı ilk dersi hakkında şunları demiştir: “ Ben o anda senelerden beri tahayyül ettiğim arzuma erdiğimden dolayı Allah’a şükrederek kürsüye çıktım. Derse başlamadan önce zihnen hazırlamış olduğum ilk konuşmayı yaparak dersin ehemmiyetini anlattım.Ve muallim olmak arzumun mekteb sıralarında başladığını ve gayeme erişmek için çalıştığımı ve Allah’ın inayetiyle gayeme erdiğimi ve bugün bu kürsüden ders verdiğini tafsilâtiyle söyledim. Konferans şeklini alan ders böylece sona erdi.
Elde okunacak kitap yoktu,hangi tarih kitabının okutulacağını ve programını bilmediğim için birinci ders faydalı lâkin kitapsız ve programsız geçti; fakat talebe takririmden memnun olmuştu. Bunu yüzlerinden anladığım gibi sonradan da haber aldım.”
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kütahya İdadisinde sekiz sene kalmıştır. Mekteb Sultanîye Liseye çevrilince 1200 kuruşla Tarih öğretmenliğinde kalıcı olarak görevine devam etti.
II.2: Diğer Hizmetleri
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Milli mücadele başladığı zaman okul tatilinden yararlanarak Kuva-yi Seyyare’de karşılıksız hizmet etmiştir. Raportörlük yapmıştır. 30 Temmuz 1921’de Kütahya’nın Yunan kuvvetleri tarafından işgali üzerine Eskişehir’e oradan Ankara’ya geçti Uzunçarşılı Kütahya’da bulunduğu sırada oranın tarihine ait notlar tutmuştur. Bu notlar Maarif Vekâleti tarafından yayınlanmıştı. Bunun üzerine Kütahya Meclis-i Umumîsi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya fahrî hemşehrilik ünvanı vermiştir.
1922 yılında Trabzon Sultanîsi Tarih Muallimliğine tayin olmuştur.Yeni görev yerine gitmek üzere Kastamonu’ya geçti.Burada çıkan Açık-Söz Gazetesi’ne yazılar yazmıştır. Uzunçarşılı bu gazeteye Kastamonu’ya gelen valilerin hangi yollarla göreve geldiklerini bazı belgelerle açıklayan bir makale yazmıştır. Bu makaleyi Kastamonu valisi Rafet Canıtez okuduktan sonra İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Kastamonu Lisesi’nin Tarih Muallimliğinde kalmasını teklif etmiştir.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kastamonu’yu tercih etmesinin sebebinin akıllı bir çevreye sahip olması ve Açık-Söz gazetesi sayesinde yayın yapabilecek olması olduğunu belirtmiştir.
Açık-Söz Gazetesinde “Muallim İsmail Hakkı” imzasıyla Kastamonu’ya ait tarihi makaleler yazmıştır. Hezar Dînar takma adını kullanarak da eğlenceli yazılar yazmıştır. Uzunçarşılı Milli zafere kadar Kastamonu’da hem öğretmenlik hem de gazete yazarlığı yapmıştır. 1922 yılında Kütahya Sultanîsi müdürlüğüne tayin edildi. Fakat göreve başlamadan önce Balıkesir Milletvekili Vehbi Bey ve arkadaşlarının isteği ile Balıkesir Lisesi Müdürlüğüne tayin olmuştur. 1924 yılında da Balıkesir Maarif Müdürü olmuştu. 1925 yılında Maarif Vekâleti Müfettiş-i Umumiliği’ne tayin oldu. 1926 tarihinde 7500 kuruş maaşla Maarif Vekâleti ilk Tedrisat Umum Müdürlüğüne tayin edildi. 1927 tarihinde birinci sınıf Maarif Müfettiş-i Umumiliğine nakledildi. Aynı yıl Balıkesir Milletvekilliğine seçilmiştir.
Mebusluk yaparken bir yandan Atatürk’ün vermiş olduğu bir emirle İstanbul Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde ders vermiştir. Yaklaşık 10 sene kadar burada ders vermiştir.
Öğretmenlik hayatı boyunca derslerden başka araştırmalar ve incelemeler yapmıştır. Maarif Müfettişliği yaptığı zamanlarda gezip gördüğü yerlere ait önemli belgeleri “Kitâbeler” adı altında 2 ciltten oluşan bir eserle anlatmıştır. Kütahya’da öğretmenlik yaptığı sırada oraya ait tarihi bilgileri “ Kütahya Şehri “ ismiyle Maarif Vekâleti tarafından yayınlanmıştır. Ayrıca Maarif Müfettişi-i Umumiliği ile Sivas ve çevresini gezmiştir.Gezip gördüğü bu yerleri “ Sivas Şehri” isimli bir kitabında anlatmıştır.
Hamdullah Subhi Bey’in yol göstericiliği ile 1931 yılında Türk Tarih Kurumuna üye olmuştur. Türk Tarih Kurumunun yayınlamış olduğu Belleten adlı dergi çıkarılmaya başlayınca Uzunçarşılı bu derginin ilk sayısına “Karamanoğlu İbrahim Bey” zamanında olmuş olan olayları yazmıştır. Bundan sonrada bu sayıyı takip eden diğer sayılarda da çeşitli tarihi konularda yazılar yazmıştır.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Türk Tarih Kurumunun Yeniçağ Kolu üyesiydi. Yönetim kurulunca genel bir Türk Tarihi’nin yazılmasına karar verilmesi üzerine Osmanlı Devleti tarihinin başlangıcından on sekizinci yüz yıl sonlarına kadar olan kısım (1789) İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya verilmiştir. 1789 tarihinden sonra bir kısmını Prof. Enver Ziya Karal, ondan sonraki kısmı da Prof. Hikmet Bayur yazacaktı.
Üniversite reformundan sonra Ord. Prof. olarak Edebiyat Fakültesinde öğretim görevine başladı.Anadolu Selçukluları ve Beylikleri, Osmanlı Devleti’nin Kanuni devrinin sonuna kadar olan kısmını ders olarak anlatmıştır. İstanbul’da ders saatleri dışında devamlı Başbakanlık Arşivinde bulunurdu. Osmanlı medeniyet ve teşkilat tarihi ile ilgili belgeleri incelerdi.1939 yılında üniversiteden ayrılarak milletvekili oldu.Halk Partisi’nin iktidardan ayrılması sonucu tekrar 1950 yılında üniversiteye dönmüştür. Bu dönemde araştırmalarını daha çok Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde yapmıştır.
10 Ekim 1977 tarihinde Arşiv dönüşü arabada fenalık geçirmesi sonucunda vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndedir.
İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI’ NIN HAYATI
Ι.1: Doğumu ve Ailesi
İsmail Hakkı Uzunçarşılı 23 Ağustos 1888 tarihinde İstanbul Eyüp’ de doğmuştur. Babası Mehmet Lâtif Efendi’dir. Annesi Ratibe Hanım’dır.
Ι.2 : Eğitim Hayatı ve Öğretmenleri
İlk tahsilini Nişancı mahalle mektebinde gördü. Daha sonra imtihanla Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’ne girdi. İki sene sonra Bayezid Merkez Rüştiyesine nakledilmiştir.1904 Ağustos’da Rüştiyeyi bitirip aynı yıl içinde Mercan İdâdisi’ne (Lisesi) kaydolmuştur.Liseye kayıt olduğu tarihte Müdür Ali Rıza Bey adında biriydi. Onun vefatından sonra yerine Hüseyin Cahit Bey geldi. Uzunçarşılı mektebin disiplinin mükemmel olduğundan bahsediyor. Derse ikişer ikişer girilip yine ikişer ikişer çıkıldığından bahsetmiştir.
Hüseyin Cahit Bey İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra yapılan milletvekili seçimlerinde İstanbul Mebusu olduğundan yerine Ali Reşat Bey müdür tayin edilmiştir. Müdürlüğün yanında tarih de okutmuştur. İlk defa kendisinin tercüme ettiği Fransa İnkılâb-ı Kebiri’ni okutmuştur. Diğer bir hocası Miralay (Albay) Ali Tevfik Bey’dir. Lakabı Cin Ali’ dir. Bu hocası lise 1.sınıfta İslâm Tarihi, son sınıfta Memalik-i Osmaniye Coğrafyası adlı dersleri okutmuştur. Hasib Bey cebir, kozmoğrafya, derslerine gelirdi.
Uzunçarşılı bir gün Hasib Bey’in dersinde ben de hoca olsam da ders vermek için kürsüye çıksam diye içinden geçirmiştir. Nitekim Uzunçarşılı 1909-1910 tarihinde Mercan İdadisini bitirmiştir. Bitirdiği gün eve gitmeden Darülfünûn Edebiyat Şubesine kaydını yaptırmıştır.
Tarih ve felsefe hocası olan Ahmet Midhat Efendi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya nasihatlerde bulunmuştur. Tahsilini tamamladıktan sonra hoca olacağını fakat daha işin başında olduğunu söylemiştir. Ayrıca kendilerinden sonra gelecek olanların onları geçmemeleri için çok çalışıp ilerlemesi gerektiğini sölemiştir. Uzunçarşılı bu nasihatleri fazlasıyla dikkate almış olacak ki kendisini çok iyi yetiştirmeye gayret göstermiştir.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı 23 Ağustos 1888 tarihinde İstanbul Eyüp’ de doğmuştur. Babası Mehmet Lâtif Efendi’dir. Annesi Ratibe Hanım’dır.
Ι.2 : Eğitim Hayatı ve Öğretmenleri
İlk tahsilini Nişancı mahalle mektebinde gördü. Daha sonra imtihanla Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’ne girdi. İki sene sonra Bayezid Merkez Rüştiyesine nakledilmiştir.1904 Ağustos’da Rüştiyeyi bitirip aynı yıl içinde Mercan İdâdisi’ne (Lisesi) kaydolmuştur.Liseye kayıt olduğu tarihte Müdür Ali Rıza Bey adında biriydi. Onun vefatından sonra yerine Hüseyin Cahit Bey geldi. Uzunçarşılı mektebin disiplinin mükemmel olduğundan bahsediyor. Derse ikişer ikişer girilip yine ikişer ikişer çıkıldığından bahsetmiştir.
Hüseyin Cahit Bey İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra yapılan milletvekili seçimlerinde İstanbul Mebusu olduğundan yerine Ali Reşat Bey müdür tayin edilmiştir. Müdürlüğün yanında tarih de okutmuştur. İlk defa kendisinin tercüme ettiği Fransa İnkılâb-ı Kebiri’ni okutmuştur. Diğer bir hocası Miralay (Albay) Ali Tevfik Bey’dir. Lakabı Cin Ali’ dir. Bu hocası lise 1.sınıfta İslâm Tarihi, son sınıfta Memalik-i Osmaniye Coğrafyası adlı dersleri okutmuştur. Hasib Bey cebir, kozmoğrafya, derslerine gelirdi.
Uzunçarşılı bir gün Hasib Bey’in dersinde ben de hoca olsam da ders vermek için kürsüye çıksam diye içinden geçirmiştir. Nitekim Uzunçarşılı 1909-1910 tarihinde Mercan İdadisini bitirmiştir. Bitirdiği gün eve gitmeden Darülfünûn Edebiyat Şubesine kaydını yaptırmıştır.
Tarih ve felsefe hocası olan Ahmet Midhat Efendi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya nasihatlerde bulunmuştur. Tahsilini tamamladıktan sonra hoca olacağını fakat daha işin başında olduğunu söylemiştir. Ayrıca kendilerinden sonra gelecek olanların onları geçmemeleri için çok çalışıp ilerlemesi gerektiğini sölemiştir. Uzunçarşılı bu nasihatleri fazlasıyla dikkate almış olacak ki kendisini çok iyi yetiştirmeye gayret göstermiştir.
ATATÜRK DÖNEMİNİN İKİ TARİHÇİSİ
Atatürk Döneminde İki Tarihçi
Burada ele alabileceğimiz iki isim Yusuf Akçura ve Fuad Köprülüdür. Yusuf Akçura (1876- 1935) Kazan Türklerinden di. Osmanlı Harbiye öğrencisiyken devrimci etkinlikleri yüzünden mahkûm oldu, Fransa’ya kaçarak siyasi bilimler öğrenimini yaptı, Kazan’a gitti. Hürriyetin ilanından sonra İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi’nde, harp Akademisi’nde, Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi. Türk tarihine Türk ulusçuluğunun açısını yerleştirmeye çalıştı. Bir çabası daha vardı. Geleneksel tarihçiliğin “büyük” olaylar ( savaşlar ve barışlar), “büyük” adamlara (hükümdarlar ve devlet adamları) odaklanan yöntemi yerine tarihi toplumsal bilimlerle bütünleştiren ve toplumsal, iktisadi hareketleri de hesaba katan bütünsel bir yaklaşımdan yanaydı. Tabii bu arada tarihe anlam veren devrimleri inceliyor, Türkiye’de ulusal bir burjuva sınıfının yani toplumsal bir devrimin oluşmasını gerekli görüyordu.
Yusuf Akçura’nın 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin kurucularındandı ve cemiyetin genel sekreteri oldu. Atatürk’ün güvendiği bir insan olduğu cemiyetin örgütlediği 1. Türk Tarih Kongresi’nindi başkanı olmasından belliydi. Yusuf Akçura’nın zamansız ölümü cumhuriyetçi tarihçiliğimiz büyük bir kayıp olmuştur.
Fuad Köprülü (1880- 1966) Yusuf Akçura gibi bir eylem adamı sayılmaz. Yukarıda da değinildiği gibi, onun büyük hizmet, tarihi Osmanlı merkezlilikten kurtarıp, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve oradan da Büyük Selçuklular aracıyla Orta Asya’ya bağlamasıydı. Böylece Osmanlı tarihini biriciklik tahtından indirmek, daha imparatorluk döneminde bir çeşit “cumhuriyetçilikti”. Ayrıca tarihi yalnızca büyük devlet adamları, savaşlar ve barışlar öyküsü olmaktan kurtarmak kültür, iktisat, toplum boyutlarını ele almak da Cumhuriyet tarihçiliğine doğru sağlam bir adım sayılabilir.
Öte yandan Fuad Köprülü 1931 yılında Batı Doğubilimcilerin temel sayılabilecek paradigmasına karşı cepheden bir polemiğe girdi. Onların bu paradigması, göçebe Osmanlı aşiretinin imparatorluğa dönüşürken uygarlık namına ne edindiyse Bizanslılardan almış olduğu idi. Bu görüşün batı emperyalizminin Türkiye’ye yönelik niyetleri için iyi bir kılıf olduğu açıktır. Köprülü Osmanlı kurumlarını tek tek ele alarak bunun yanlış olduğunu öne sürdü. Belki Köprülü’nün görüşleri tümüyle isabetli olmayabilirdi, ama değerli bir Türk bilim adamının bu meydan okuması Batılı tarihçilere meydanın artık eskisi gibi boş olmadığını göstermiştir.
Burada ele alabileceğimiz iki isim Yusuf Akçura ve Fuad Köprülüdür. Yusuf Akçura (1876- 1935) Kazan Türklerinden di. Osmanlı Harbiye öğrencisiyken devrimci etkinlikleri yüzünden mahkûm oldu, Fransa’ya kaçarak siyasi bilimler öğrenimini yaptı, Kazan’a gitti. Hürriyetin ilanından sonra İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi’nde, harp Akademisi’nde, Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi. Türk tarihine Türk ulusçuluğunun açısını yerleştirmeye çalıştı. Bir çabası daha vardı. Geleneksel tarihçiliğin “büyük” olaylar ( savaşlar ve barışlar), “büyük” adamlara (hükümdarlar ve devlet adamları) odaklanan yöntemi yerine tarihi toplumsal bilimlerle bütünleştiren ve toplumsal, iktisadi hareketleri de hesaba katan bütünsel bir yaklaşımdan yanaydı. Tabii bu arada tarihe anlam veren devrimleri inceliyor, Türkiye’de ulusal bir burjuva sınıfının yani toplumsal bir devrimin oluşmasını gerekli görüyordu.
Yusuf Akçura’nın 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin kurucularındandı ve cemiyetin genel sekreteri oldu. Atatürk’ün güvendiği bir insan olduğu cemiyetin örgütlediği 1. Türk Tarih Kongresi’nindi başkanı olmasından belliydi. Yusuf Akçura’nın zamansız ölümü cumhuriyetçi tarihçiliğimiz büyük bir kayıp olmuştur.
Fuad Köprülü (1880- 1966) Yusuf Akçura gibi bir eylem adamı sayılmaz. Yukarıda da değinildiği gibi, onun büyük hizmet, tarihi Osmanlı merkezlilikten kurtarıp, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve oradan da Büyük Selçuklular aracıyla Orta Asya’ya bağlamasıydı. Böylece Osmanlı tarihini biriciklik tahtından indirmek, daha imparatorluk döneminde bir çeşit “cumhuriyetçilikti”. Ayrıca tarihi yalnızca büyük devlet adamları, savaşlar ve barışlar öyküsü olmaktan kurtarmak kültür, iktisat, toplum boyutlarını ele almak da Cumhuriyet tarihçiliğine doğru sağlam bir adım sayılabilir.
Öte yandan Fuad Köprülü 1931 yılında Batı Doğubilimcilerin temel sayılabilecek paradigmasına karşı cepheden bir polemiğe girdi. Onların bu paradigması, göçebe Osmanlı aşiretinin imparatorluğa dönüşürken uygarlık namına ne edindiyse Bizanslılardan almış olduğu idi. Bu görüşün batı emperyalizminin Türkiye’ye yönelik niyetleri için iyi bir kılıf olduğu açıktır. Köprülü Osmanlı kurumlarını tek tek ele alarak bunun yanlış olduğunu öne sürdü. Belki Köprülü’nün görüşleri tümüyle isabetli olmayabilirdi, ama değerli bir Türk bilim adamının bu meydan okuması Batılı tarihçilere meydanın artık eskisi gibi boş olmadığını göstermiştir.
ATATÜRK DÖNEMİ’NDE TARİHÇİLİK ANLAYIŞI
Atatürk Dönemi Tarihçilik Anlayışı.
Cumhuriyet dönemi büyük tarihçilerinden Enver Ziya Karal 13 Kasım 1975’de “Türkiye’de Tarih Eğitimi” seminerinde Atatürk dönemi tarihçiliğini “savunma tarihçiliği” diye nitelemişti. Bu çok doğru ve önemli bir saptamadır. Burada söz edilen savunmayı açıklamaya çalışalım.
Osmanlı devletinin kurucu ve önde gelen unsuru olan Türkler büyük bir imparatorluk kurdular, Anadolu ve Rumeli’yi hâkimiyeti altına aldılar, kuzeybatıda Viyana’ya kadar gittiler. 1699 Karlofça Antlaşması ile Rumeli’de ilk toprak kaybı başladı. Ondan sonra 200 yıl boyunca Rumeli’deki toprak egemenliğine yavaş yavaş son verilmeye başlandı. Bu önce Avusturya ve Rusya’ya toprak verme biçiminde oldu. Daha sonra Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı Ulusçuluk akımının etkisiyle Balkanlarda bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Bu durum Avrupa’da oldukça “doğal” bir süreç olarak karşılanıyordu. Onlara göre Türkler tanımadıkları bir dine mensup, ilkel ve istilacı bir güçtüler. Onları istila ettikleri yerlerden çıkarmak kaçınılmaz bir süreçti. Nesnel olarak bakıldığında Türklerin kapitalizme geçmemiş olmaları, eğitimde önemli bir ilerleme göstermemiş olmaları yönetim kural ve yöntemlerini çağa göre geliştirmemeleri, Osmanlıyı Avrupa karşısında zor durumda bırakıyordu.
Türk insanı için bu süreç tam bir karabasandı. Osmanlı devleti hoşgörülü, adil yönetim siyaseti sayesinde Balkanlarda rahatça yayılmış ve buralarda uzun yıllar hâkimiyet kurabilmiştir. Bundan yararlanan Türkler, devletin desteği ile Rumeli’ye kalabalık bir şekilde göçtüler ve geniş alanları yurt edindiler. Balkanların Hristiyan halkıyla barışçıl verimli ilişkiler kurdular. Ne var ki Osmanlı egemenliği son buldukça, Türklerin yüzyıllardır yerleşmiş oldukları kent, kasaba, köylerde barınmaları çok zor hatta olanaksız oluyordu. Savaş koşulları, kırımlar zaten sağ kalanların çoğunu göçe zorluyordu. Birde Osmanlı’nın yerini alan devletler, bu insanların topraklarında kalmalarını istemiyordu. Barış koşullarında da baskı altına alınıyorlardı.
Türkler, Rumeli’den göçün ızdırablarını iki yüzyıl boyunca yaşadılar. Bu süreçte onları tek avuntusu göçebilecekleri eski bir yurtlarının olmasıdır. Bu yurt Anadolu idi, Balkan Savaşı Doğu Trakya ve İstanbul dışında Osmanlı’nın ve Türklerin Rumeli’den çıkarılmasını bütünlemiş gibiydi. Derken 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’ya dayatılan Sevr Antlaşması ile ortaya çıktı ki, Rumeli’den çıkarılan Türklerin şimdi de Anadolu’dan çıkarılması süreci başlıyordu. Türklerin yüzyıllardır çoğunlukta oldukları Ege bölgesinin ve Kuzeydoğu Anadolu’nun Yunanistan ve Ermenistan’a verilmesinin başka bir anlamı olamazdı, “son yurt” durumunda olan Anadolu’nun da “gidici” olduğunun algılanması, bütün Türklerde şok etkisi yapmıştır
Batılılar için bu “normal” “olması gereken” bir durumdu. Çünkü 1071’den önce Anadolu ve Rumeli’de Türkler yoktu, Türkler uygarlıkta geriydi ve Müslüman’dılar. Birinci gerekçe “Tarihsel Hak” gerekçesiydi.
Ancak Türk halkı mücadeleye girip Sevr’i geçersiz hale getirerek yerine Lozan’ı getirmişleridir. Fakat Atatürk Lozan’ın Batı’nın gözünde geçici olduğunu duyumsuyordu. Lozan’ı sürekli kılmanın yolu, Türkiye’nin Avrupa gibi güçlü yani eğitimli, sanayileşmiş, üretken olmasıydı. Atatürk devriminin amacı buydu. Bu, kolay bir iş değildi çünkü Anadolu halkının yüzde doksan beşi okuryazar bile değildi ve ağalık ve şeyhlik düzeninde yaşıyordu. İlk olarak Atatürk Hilafet ve Saltanatı kaldırdı.
Atatürk dönemi tarihçiliğini bahsetmeye çalıştığım koşullar içinde düşünmek gerekir. Başta Karal’dan naklen sözünü ettiğimiz “savunma tarihçiliği” Sevr’e karşı, Sevr’in kurumsal çevresine karşı bir hareketti. Türkleri uygar olmadıkları için Anadolu’dan çıkartma görüşüne karşı uygarlığın Orta Asya’da Türklerde doğduğu, bütün belli başlı insan topluluklarının oradan yani Türklerden kaynaklandığı kuramını ileri sürmek bir savunma oluyordu. Türklerin 1071’den önce Anadolu’da var olmadıklarına karşı oranın en eski uygarlıklarından birini oluşturan Hititlerin Türk olduklarını, hatta en eski Mezopotamya uygarlığını kuran Sümerlerin de Türk olduklarını söylemek, adlarını önemli iki devlet bankasına vermek yine bir savunma tarihçiliği oluyordu.
Şunu belirtecek olursak Atatürk bir komutandı, bir devlet adamıydı, bir devrim önderiydi, tarihçi değildi. Kendisi bir takım tarihsel görüşleri ortaya koymuyordu. Fakat Türklerden yana diye algılanan kimi tarihsel görüşlerin ortaya çıkmasını her bakımdan özendiriyor ve yakından izliyordu. Bizim bugün uydurma ve abartılı bulduğumuz görüşler o dönemde Avrupa’da az çok ilgi görüyordu. Hatta Türk bilim adamlarını bu yönde özendiren kimi Avrupalı bilim adamları vardı
Atatürk için başka ülkelerin insanlarını etkilemek kadar ve daha çok, Türkleri etkilemek önem taşıyordu diye düşünülebilir. İki yüzyıl kadar sürekli yenilgiyi yaşadıktan sonra bir de yurdundan kovulmak istenen Anadolu halkının gayrete gelmesi için önce psikolojisinin düzeltilmesi ve aşağılık duygusundan kurtulması gerekiyordu.
Söz konusu tarih araştırmalarının böyle bir yararı olduğu açıktır. Hatta Atatürk’ün yabancıları etkilemeyi önemsemediği hemen tümüyle Türkleri hedeflediği savunulabilir. Bugün aşırı ulusçu saydığımız kuramlar yanında bu dönemde bilimsel tarihçiliğe arkeolojiye verilen önem de dikkat çekiyor. Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nin kurulması ve bu fakültenin 1945’e kadar sahip olduğu yıldız kurum niteliği, geniş parasal olanaklarla ve devlet müdahalesi dışında özerk çalışılması öngörülen Türk Tarik Kurumu ( Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1931) ve onun Atatürk’ün izlediği Türk Tarih Kongreleri, kitap, dergi yayınları, kazı çalışmaları gibi etkinlikleri sözü edilen tutuma örnektir. Tarih bilimine yapılan bu büyük yatırımlar 1940’ların başından itibaren semeresini vermiş ve bugün Türk tarihçiliği dünyada yeri olan bir tarihçiliktir.
Cumhuriyet dönemi büyük tarihçilerinden Enver Ziya Karal 13 Kasım 1975’de “Türkiye’de Tarih Eğitimi” seminerinde Atatürk dönemi tarihçiliğini “savunma tarihçiliği” diye nitelemişti. Bu çok doğru ve önemli bir saptamadır. Burada söz edilen savunmayı açıklamaya çalışalım.
Osmanlı devletinin kurucu ve önde gelen unsuru olan Türkler büyük bir imparatorluk kurdular, Anadolu ve Rumeli’yi hâkimiyeti altına aldılar, kuzeybatıda Viyana’ya kadar gittiler. 1699 Karlofça Antlaşması ile Rumeli’de ilk toprak kaybı başladı. Ondan sonra 200 yıl boyunca Rumeli’deki toprak egemenliğine yavaş yavaş son verilmeye başlandı. Bu önce Avusturya ve Rusya’ya toprak verme biçiminde oldu. Daha sonra Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı Ulusçuluk akımının etkisiyle Balkanlarda bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Bu durum Avrupa’da oldukça “doğal” bir süreç olarak karşılanıyordu. Onlara göre Türkler tanımadıkları bir dine mensup, ilkel ve istilacı bir güçtüler. Onları istila ettikleri yerlerden çıkarmak kaçınılmaz bir süreçti. Nesnel olarak bakıldığında Türklerin kapitalizme geçmemiş olmaları, eğitimde önemli bir ilerleme göstermemiş olmaları yönetim kural ve yöntemlerini çağa göre geliştirmemeleri, Osmanlıyı Avrupa karşısında zor durumda bırakıyordu.
Türk insanı için bu süreç tam bir karabasandı. Osmanlı devleti hoşgörülü, adil yönetim siyaseti sayesinde Balkanlarda rahatça yayılmış ve buralarda uzun yıllar hâkimiyet kurabilmiştir. Bundan yararlanan Türkler, devletin desteği ile Rumeli’ye kalabalık bir şekilde göçtüler ve geniş alanları yurt edindiler. Balkanların Hristiyan halkıyla barışçıl verimli ilişkiler kurdular. Ne var ki Osmanlı egemenliği son buldukça, Türklerin yüzyıllardır yerleşmiş oldukları kent, kasaba, köylerde barınmaları çok zor hatta olanaksız oluyordu. Savaş koşulları, kırımlar zaten sağ kalanların çoğunu göçe zorluyordu. Birde Osmanlı’nın yerini alan devletler, bu insanların topraklarında kalmalarını istemiyordu. Barış koşullarında da baskı altına alınıyorlardı.
Türkler, Rumeli’den göçün ızdırablarını iki yüzyıl boyunca yaşadılar. Bu süreçte onları tek avuntusu göçebilecekleri eski bir yurtlarının olmasıdır. Bu yurt Anadolu idi, Balkan Savaşı Doğu Trakya ve İstanbul dışında Osmanlı’nın ve Türklerin Rumeli’den çıkarılmasını bütünlemiş gibiydi. Derken 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’ya dayatılan Sevr Antlaşması ile ortaya çıktı ki, Rumeli’den çıkarılan Türklerin şimdi de Anadolu’dan çıkarılması süreci başlıyordu. Türklerin yüzyıllardır çoğunlukta oldukları Ege bölgesinin ve Kuzeydoğu Anadolu’nun Yunanistan ve Ermenistan’a verilmesinin başka bir anlamı olamazdı, “son yurt” durumunda olan Anadolu’nun da “gidici” olduğunun algılanması, bütün Türklerde şok etkisi yapmıştır
Batılılar için bu “normal” “olması gereken” bir durumdu. Çünkü 1071’den önce Anadolu ve Rumeli’de Türkler yoktu, Türkler uygarlıkta geriydi ve Müslüman’dılar. Birinci gerekçe “Tarihsel Hak” gerekçesiydi.
Ancak Türk halkı mücadeleye girip Sevr’i geçersiz hale getirerek yerine Lozan’ı getirmişleridir. Fakat Atatürk Lozan’ın Batı’nın gözünde geçici olduğunu duyumsuyordu. Lozan’ı sürekli kılmanın yolu, Türkiye’nin Avrupa gibi güçlü yani eğitimli, sanayileşmiş, üretken olmasıydı. Atatürk devriminin amacı buydu. Bu, kolay bir iş değildi çünkü Anadolu halkının yüzde doksan beşi okuryazar bile değildi ve ağalık ve şeyhlik düzeninde yaşıyordu. İlk olarak Atatürk Hilafet ve Saltanatı kaldırdı.
Atatürk dönemi tarihçiliğini bahsetmeye çalıştığım koşullar içinde düşünmek gerekir. Başta Karal’dan naklen sözünü ettiğimiz “savunma tarihçiliği” Sevr’e karşı, Sevr’in kurumsal çevresine karşı bir hareketti. Türkleri uygar olmadıkları için Anadolu’dan çıkartma görüşüne karşı uygarlığın Orta Asya’da Türklerde doğduğu, bütün belli başlı insan topluluklarının oradan yani Türklerden kaynaklandığı kuramını ileri sürmek bir savunma oluyordu. Türklerin 1071’den önce Anadolu’da var olmadıklarına karşı oranın en eski uygarlıklarından birini oluşturan Hititlerin Türk olduklarını, hatta en eski Mezopotamya uygarlığını kuran Sümerlerin de Türk olduklarını söylemek, adlarını önemli iki devlet bankasına vermek yine bir savunma tarihçiliği oluyordu.
Şunu belirtecek olursak Atatürk bir komutandı, bir devlet adamıydı, bir devrim önderiydi, tarihçi değildi. Kendisi bir takım tarihsel görüşleri ortaya koymuyordu. Fakat Türklerden yana diye algılanan kimi tarihsel görüşlerin ortaya çıkmasını her bakımdan özendiriyor ve yakından izliyordu. Bizim bugün uydurma ve abartılı bulduğumuz görüşler o dönemde Avrupa’da az çok ilgi görüyordu. Hatta Türk bilim adamlarını bu yönde özendiren kimi Avrupalı bilim adamları vardı
Atatürk için başka ülkelerin insanlarını etkilemek kadar ve daha çok, Türkleri etkilemek önem taşıyordu diye düşünülebilir. İki yüzyıl kadar sürekli yenilgiyi yaşadıktan sonra bir de yurdundan kovulmak istenen Anadolu halkının gayrete gelmesi için önce psikolojisinin düzeltilmesi ve aşağılık duygusundan kurtulması gerekiyordu.
Söz konusu tarih araştırmalarının böyle bir yararı olduğu açıktır. Hatta Atatürk’ün yabancıları etkilemeyi önemsemediği hemen tümüyle Türkleri hedeflediği savunulabilir. Bugün aşırı ulusçu saydığımız kuramlar yanında bu dönemde bilimsel tarihçiliğe arkeolojiye verilen önem de dikkat çekiyor. Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nin kurulması ve bu fakültenin 1945’e kadar sahip olduğu yıldız kurum niteliği, geniş parasal olanaklarla ve devlet müdahalesi dışında özerk çalışılması öngörülen Türk Tarik Kurumu ( Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1931) ve onun Atatürk’ün izlediği Türk Tarih Kongreleri, kitap, dergi yayınları, kazı çalışmaları gibi etkinlikleri sözü edilen tutuma örnektir. Tarih bilimine yapılan bu büyük yatırımlar 1940’ların başından itibaren semeresini vermiş ve bugün Türk tarihçiliği dünyada yeri olan bir tarihçiliktir.
İLK OSMANLI TARİHÇİLERİ
İlk Osmanlı Tarihçileri
13. yüzyıl sonlarında Kuzeybatı Anadolu’da kurulmuş olan Osmanlı devleti hakkında bilgi veren tarih kaynakları bu devletin kuruluşundan çok sonra, ancak 15. yüzyılın başlarından itibaren yazılmaya başlamışlardır. Bu bakımdan 15. yüzyılın ilk yarısı, özellikle 2. Murat devri Osmanlı tarih yazıcılığının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu o zamana kadar tarihi eser yazılmamış anlamına gelmez. Elbette yazılmıştır ancak bu eserler günümüze ulaşmamıştır.
Osmanlı tarihi hakkında günümüze kadar ulaşan ilk kaynak, Ahmedî’nin 1390 yılında tamamlayıp Germiyanoğlu Süleyman Şah’a sunduğu İskendernâme isimli eserlerdir. Ahmedî mesnevi türündeki bu eserinin sonuna 15. yüzyıl başlarında, Yıldırım Bayezıd devrine kadar gelen olayları anlatan bir bölüm eklemiştir. Dâsitân-ı Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman adını taşıyan vekayinâme türündeki bu bölüm Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren ilk Türkçe eser sayılmaktadır.
Asıl adı İbrahim lakabı Taceddin olan Ahmedî 2. Murat, Yıldırım Bayezıd ve fetret devrinde yaşamış bir divan şairidir.
Mesnevi özelliği taşıyan İskendernâme’de İslam tarihinde daha çok efsanevi şahsiyetiyle tanınan Makedonya kralı Büyük İskender’in hayatı ve kahramanlıkları anlatılmaktadır. İskendernâme 1390 yılında tamamlanmıştır. Daha sonra Ahmedî Emir Süleyman2nın yanında bulunduğu sırada bu eserin sonuna Yıldırım Bayezıd’e kadar gelen bir Osmanlı tarihi eklemiş ve bunu 1410 yılında 1.Bayezıd’ın oğlu Emir Süleyman’a takdim etmiştir. Dasitân-ı Tevârih-i Mülük’i Âl-i Osman adını taşıyan 334 beyitlik bu bölüm Ertuğrul Gazi’den başlayarak Emir Süleyman’a kadar gelen Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren günümüze ulaşmış ilk manzum eser olan Dâsitân Emir Süleyman’ı öven mısralar ile son bulmuştur. Ahmedî’nin bu manzum eserinden başka 2. Murat devrine kadar Osmanlı tarihi hakkında yazılmış olan herhangi bir tarih eseri bilinmemektedir.
2. Murat devrinde olayların günü gününe kaydedilmiş olduğu kronolojik takvimlerin yazılmaya başlandığı görülmektedir. Ahmedî’nin eserinden sonra günümüze ulaşmış olan ilk Osmanlı tarihleri bu “Takvim”lerdir. Saray Takvimleri de denilen bu metinler çok kısa olup olaylar, eserin yazıldığı yıldan geriye doğru gidilerek yazılır.
Bu eserlerde sadece hükümdarların doğumları, tahta çıkışlarıyla önemli fetihleri ve ölüm tarihleri hakkında bilgi bulunmaktadır. Ne zaman ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan bu eserlerde güneş ve ay tutulmasından yıldızların durumu ile önemli günler, uğurlu ve uğursuz olaylardan da bahsedilmiştir.
2. Murad’a takdim edilen çeşitli konulardaki eserler arasında Osmanlı tarihi bakımından en önemlisi Kâşifi’nin Farsça olarak yazdığı Gazanâme-i Rum isimli eseridir. 2. Murad devrinin manzum bir şehnâmesi olan bu eser Fatih’in düğünü ile son bulmaktadır.Fatih Sultan Mehmet dönemi siyasi bakımdan olduğu gibi, ilim hayatı ve buna paralel olarak tarih yazıcılığı açısından da tam bir yükselme dönemidir. 2.Murat zamanında başlayan Tevârih-i Âl-i Osman ve Takvim geleneği Fatih devrinde de devam etmiş,bunun yanında Tursun Bey ve Ebu’l Hayr gibi tarihçiler,yazmış oldukları eserlerini Fatih Sultan Mehmet’e ithaf etmişlerdir.Ayrıca yine bu devirde Şükrüllah,Enveri ve Karamani Mehmet Paşa gibi tarihçilerin yanı sıra, eserlerinin tamamını Osmanlı Tarihine ayırmış olan Âşıkpaşazâde ve Oruç B.Adil gibi tarihçiler yetişmiştir.Yine bu dönemde Hrıstiyan Devletlere karşı yapılan gazaları anlatan ve Gazavatnâme adını alan eserlerin yazıldığı görülmektedir.
Osmanlı Tarihi yazıcılığında Ahmedi’den sonra gelen tarih yazarı, eserini Fatih Devrinde kaleme almış olan Şükrullah’tır.Aslen Şirvanlı olan Şükrullah 1409 yılında Osmanlı hizmetine girmiş, Fetret Devri’nin sonu ile 1.Mehmet, 2.Murat ve Fatih Sultan Mehmet devirlerinde yaşamıştır.Özellikle 2.Murat zamanında dikkat çekerek padişahın teveccühünü kazanmış ve elçilik göreviyle önce Karamanoğulları’na daha sonra da Karakoyunlu Sarayı’na gönderilmiştir.1488’de İstanbul’da vefat etmiştir.Şükrullah 1456-1459 yılları arasında Behçetü’t Tevârih adını taşıyan Farsça kısa bir tarih yazmış ve eserini devrin sadrazamı Mahmut Paşa2ya sunmuştur.Şükrullah’ın bu eseri 13 bölümden meydana gelen bir dünya tarihi olup son bölümü Osmanlı Tarihi’ne aittir. Bu bölüm Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Fatih Devri’ne kadar meydana gelmiş olan olayları ele almaktadır.Eser Fatih Sultan Mehmet ile Veziri Mahmut Paşa’yı öven sözlerle bitmektedir.
Osmanlı Tarih yazarlarından 3.sü Enveri’dir.Hayatı hakkında hazır bir bilgi bulunmayan Enveri, Fatih ve 2.Bayezid devrinde yaşamış olup tam bilinmemektedir.Enveri onun takma adıdır.Ulema’dan veya din adamlarından olması ve belki de imam sıfatıyla 2.Mehmet’in fetihlerine katılmış olması muhtemeldir.Enveri Düstunâme adıyla manzum bir tarih yazmıştır.Enveri, Sadrazam Mahmut Paşa adına kaleme almış olduğu bu eserini 1465 yılında tamamlamıştır.Enveri eserini Kitap adı verilen 3 bölüme ayırmıştır.1.bölümde Peygamberler Tarihi’ni, 2.bölümde Aydınoğulları beyliği Tarihi’ni ve son bölümde de Fatih’e kadar gelen Osmanlı Tarihi’ni anlatmıştır.Bu 3. kısım çok kısadır.Kendisinin söylediğine göre bu kısım, Teferrüdname adını taşıyan ve Osmanlı Hanedanlığının Tarihi’ni daha detaylı anlatan başka bir kitabın özetidir.
Enveri’den sonra gelen tarih yazarı Karamani Mehmet Paşa’dır.Nişancı, Sadrazam, Tarihçi ve Şair olan Mehmet Paşa Konya’da doğmuştur.Mevlana Celaleddin Rumi’nin soyundan gelen
Arif Çelebi’nin oğludur.İlk tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra İstanbul2a gelerek burada iyi bir eğitim görmüştür.Şükrullah ve Enveri gibi o da Sadrazam Mahmut Paşa’nın himaye ettiği alimler arasına girmeyi başarmıştır.Fatih Devrinde çeşitli devlet görevlerinde çalışmış gösterdiği başarı üzerine padişah tarafından 1478 yılında Sadrazamlık makamına getirilmiştir.Ancak Fatih’in ölümünde 1 gün sonra 4 Mayıs 1481’de isyan eden Yeniçeriler tarafından Cem Sultan taraftarı olduğu için öldürülmüştür.Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın sadrazamı olan Karamani Mehmet Paşa, yazmış olduğu Tevarihü’s-Selâtini’l-Osmaniye adlı eseriyle devlet adamlığı yanında ilk Osmanlı Tarihçileri arasında da yerini almıştır.Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1480 yılına kadar gelen olayları .anlatan bu eser,bütünüyle Osmanlı Tarihi’ni ele alan ilk kaynaktır.Karamani Mehmet Paşa Arapça yazmış olduğu bu eserini Risale adını verdi.Bu eseri 2 bölüme ayırmıştır.1.bölümde Osmanlı devletinin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına kadar geçen olayları, 2. bölümde ise Fatih Sultan Mehmet döneminde geçen olayları anlatmıştır.
2.Bayezid devrinde kaleme alınmış olan Osmanlı Tarihlerinin birincisini Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman isimli eserdir.Aşıkpaşazade eserini Türkçe olarak kaleme alan ilk Osmanlı kronik yazarıdır.Asıl adı Derviş Ahmed bin Şeyh Yahya olan Aşıkpaşazade 14.yy şairlerinden Aşıkpaşa neslindendir.1400’de Amasya’da doğduğu ve çok uzun yaşadığı biliniyor.Çelebi Mehmet ve 2.Murat devirlerinde birçok sefer
katılan Aşıkapaşazade 1437’de hacca gitmiş, döndükten sonra Üsküpe giderek orada Paşa Yiğitoğlu İshak Bey in himayesinde pek çok akına katılmıştır.İstanbul!un Fethinde de bulunan Aşıkpaşazade’ye fetihten sonra İstanbul’da bir ev verilmiş, hayatının geri kalan hayatını büyük dedesi Aşık Paşa adına Fatih’te yaptırmış olduğu mescidde geçirmiştir.Eserini tamamlamış olduğu 1484 yılından sonra öldüğü tahmin edilmektedir.
Aşıkpaşazade hayatının son yıllarında Menakıp veya Tevarih-i Ali Osman adıyla anılan bir eser kaleme almıştır.Türkçe nesir olarak yazılmış ilk Osmanlı Tarihi olan bu eser Aşıkpaşazade Tarihi olarak da bilinmektedir.Aşıkpaşazade, eserindeki ifadesine göre,Fetret Devrinde şehzadeler arasındaki taht mücadelelerine şahit olmuş,Çelebi Mehmet’i 1413 yılında kardeşi Çelebi Musa üzerine gönderdiği orduya katılmış yolda hastalanarak Geyve’de Orhan Gazi’nin imamının oğlu olan Yahşi Fakıh’ın evinde istirahat için kalmıştır.Aşıkpaşazade, Yahşi Fakıh’ın evinde kaldığı bu sırada onu Yıldırım Bayezıd Devri sonlarına kadar gelen Menâkıbnâme isimli eserini görüp okuduğunu ve kendisinde tarih yazma isteğinin orada başladığını belirtmiştir.
Aşıkpaşazade Tarihi bütünüyle Osmanlı Tarihini ele alan ilk Türkçe eserdir.Aşıkpaşazade eserinde Osmanlı Devletinin kuruluşundan 1478 yılına kadar meydana gelen olayları sade bir Türkçe ile anlatmıştır.Onun eseri 15.yy Anadolu Türkçesi’nin en güzel örneklerinden sayılmaktadır.Aşıkpaşazade eserini Bâb adını verdiği küçük başlıklara ayırmış,akıcı üslubunu zaman zaman şiirlerle süslemiştir.Eserdeki kısa başlıklar bazen soru cevap şeklinde bitmektedir.Kronik yazarı,sanki kalabalık bir dinleyici karşısında eserini okurken,dinleyenlerin soru ve itirazlarına cevap vermektedir.Aşıkpaşazade’nin eser aynı zamanda bir halk destanı şeklindedir.Eser adeta gazaya giden ordunun maneviyatını artırmak
için destane bir şekilde kaleme alınmıştır.Aşıkpaşazade olayları anlatırken zaman zaman tahlile de tabi tutmuş,şahsi düşüncelerini de kimseden çekinmeden söylemiştir.
Aşıkpaşazade eserini yazarken 1402 yılına kadar olan olaylar için Yahşi Fakih’in Menakipname’sinden yararlanmıştır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan bir başka Tevarih-i Ali Osman Oruç b.Âdil’in yazmış olduğu eserdir.Hayatı hakkında çok fazla bilgi olmayan Oruç b.Âdil Edirne’de doğmuş memuriyete başlayınca katiplik yapmıştır.Oruç Bey olarak da anılır.Eseri Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1484 yılına kadar gelmektedir.Onun Kroniği Anonim Tevarih-i Ali Osman’larla benzerlik göstermektedir.Bu durum Oruç b. Adil’in muhtemelen Anonimlerle aynı kaynağı kullanmış olduğunu akla getirmektedir.Aşıkpaşazade ile çağdaş olan Oruç b.Adil’de eserini çok sade bir dil ile yazmıştır.
2.Bayezıd döneminden itibaren genel Osmanlı Tarihi yanında, yalnızca bir padişah devrindeki olayları anlatan eserlerin yazılmaya başladığı da görülmektedir.Bu tür eserlerin ilk örneği 2.Murat,Fatih Sultan Mehmet ve 2.Bayezıd devrine yaşamış olan Dursun Bey’in Fatih Dönemi için yazmış olduğu Tarih-i Ebu’l Feth isimli eserdir.Tursun Bey şeklinde anılır.Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur.Ancak Tımarlı Sipahi’nin yada Ümerâ’dan birinin oğlu olduğu ve İstanbul’un Fethinde bulunduğu ve fetihten sonra Fatih’in emriyle şehrin tahriririni yaptığı anlaşılmaktadır. İstanbul’da bulunduğu zamanlar Defterdarlık yapmıştır.2.Bayezıd
Devrinde emekli olmuş ve Tarih-i Ebu’l Feth adını verdiği eserini 1490-1495 yılları arasında kaleme almıştır.
Dursun Bey Fatih Sultan Mehmet’in gaza ve fetihlerini anlatmak için yazmış olduğu eserini 1488 yılına kadar getirmiştir.Tarih-i Ebu’l Feth önsöz,giriş ve asıl metin kısmı olmak üzere 3 bölümden meydana gelmiştir.
Dursun Bey’in bu eseri bizzat içinde bulunduğu olayları anlatması bakımından 1.derecede bir kaynaktır.Ancak Dursun Bey’in eserinde kullandığı dil çok ağırdır.Arapça ve Farsça kelimelerin çok kullanıldığı eserde Fatih devri olayları ayrıntılı olarak anlatılmıştır.Bu bakımdan kendisinden sonra gelen tarihçilerin müracaat ettikleri önemli bir kaynaktır.Nitekim 16.yy.ın büyük tarihçilerinden Kemalpaşazade Tevarih-i Ali Osman’ının Fatih Sultan Mehmet’e ayrılmış olan defterini yazarken Dursun Bey’in eserinden çok yararlanmıştır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan önemli eserlerden biri de Mehmet Neşri’nin Cihânnümâ adlı eseridir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Mehmet Neşri Bursa’da Müderrislik yapmış 1520 yılında orada vefat etmiştir.Mehmet Neşri’nin yazmış olduğu Cihânnümâ sekiz bölümden meydana gelen bir dünya tarihidir.Ancak bu eserden yalnız Osmanlı hanedanının tarihini anlatan 6.kısım zamanımıza kadar ulaşmıştır.Neşri Tarihi adıyla tanınmış olan bu eser 1492 yılında tamamlanmış o tarihlerde padişaha sunulmuştur.Neşri’nin Cihannüması 2.Beyazıd’ı öven bir kasideyle son bulmuştur.
2.Bayezid tarihçilerinden birisi de Mehmet b. Hacı Halil Konavi’dir.Karamani Mehmet Paşa’nın çağdaşı olan Hacı Halil Konya’da doğmuştur.Tarih-i Ali Osman adını verdiği eserini Fatih’in emri üzerine yazdığını söylemektedir.Hacı Halil Konavi eserini 2.Bayezıd Devrinde tamamlamış ve bu devri ilk yıllarındaki olayları ile bitirmiştir.
Aynı dönemin bir başka tarihçisi Sarıca Kemal’dir.Bergamalı olan Sarıca Kemal Fatih Sultan Mehmet ve 2.Bayezıd Devrinde yaşamış Edirne yakınlarında Hasköy2de Müderrislik yapmıştır.Sultan 2.Bayezıd’ın emriyle Selâattinnâme 1490 yılında tamamlanmış olup diğer kronikler gibi Osmanlıların Anadolu’ya gelmeleri ile başlamaktadır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan Tevarih-i Ali Osmanlardan biriside Behişti Sinan Çelebi’ye aittir.Sinan Çelebi manzum olarak yazımı olduğu bu eserinde oldukça ağır bir dil kullanmıştır.Bu eserin günümüze ulaşan ve son kısmı eksik olan bir yazması 1389 yılı olayları ile başlayıp 2.Mehmet’in ölümüne kadar gelmektedir.Bazı yerlerinde eksiklikler,bazı yerlerinde ilaveler bulunan diğer bir yazma ise 1502 yılı olayları ile bitmiştir.Eser henüz yayınlanmamıştır.
Görüldüğü gibi Osmanlı Tarih yazıcılığında 2.Bayezıd devrinde hem daha fazla hem de çok geniş ve ayrıntılı eserler kaleme alınmıştır.Bunun sebebi 2.Bayezıd’ın bütün ilim adamlarını himaye etmesi ve onları eser yazmaya teşvik etmiş olmasıdır.Onun için bu dönemde gerek Tarih alanında ve gerekse diğer ilim alanlarında önemli eserler meydana getirilmiştir.Osmanlı Tarih yazıcılığında çok daha hacimli ve çok ciltli eserlerin ise 2.Bayezid devrinden sonra yazıldığı görülmektedir.2.Bayezıd devrinden sonra genel tarihler yanında yalnızca bir hükümdar döneminin tarihini veya bir savaşı anlatan tarihler yazılmaya başlamış;Selimname, Süleymanname gibi eserler kaleme alınmıştır.Daha sonra Şeyhname türünde minyatürlü eserler ortaya çıkmış,bunu 17.yy.’ da yazılmaya başlanan Vak’anüvis tarihleri ve daha sonraki yüzyıllarda da Salnameler takip etmiştir.
13. yüzyıl sonlarında Kuzeybatı Anadolu’da kurulmuş olan Osmanlı devleti hakkında bilgi veren tarih kaynakları bu devletin kuruluşundan çok sonra, ancak 15. yüzyılın başlarından itibaren yazılmaya başlamışlardır. Bu bakımdan 15. yüzyılın ilk yarısı, özellikle 2. Murat devri Osmanlı tarih yazıcılığının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu o zamana kadar tarihi eser yazılmamış anlamına gelmez. Elbette yazılmıştır ancak bu eserler günümüze ulaşmamıştır.
Osmanlı tarihi hakkında günümüze kadar ulaşan ilk kaynak, Ahmedî’nin 1390 yılında tamamlayıp Germiyanoğlu Süleyman Şah’a sunduğu İskendernâme isimli eserlerdir. Ahmedî mesnevi türündeki bu eserinin sonuna 15. yüzyıl başlarında, Yıldırım Bayezıd devrine kadar gelen olayları anlatan bir bölüm eklemiştir. Dâsitân-ı Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman adını taşıyan vekayinâme türündeki bu bölüm Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren ilk Türkçe eser sayılmaktadır.
Asıl adı İbrahim lakabı Taceddin olan Ahmedî 2. Murat, Yıldırım Bayezıd ve fetret devrinde yaşamış bir divan şairidir.
Mesnevi özelliği taşıyan İskendernâme’de İslam tarihinde daha çok efsanevi şahsiyetiyle tanınan Makedonya kralı Büyük İskender’in hayatı ve kahramanlıkları anlatılmaktadır. İskendernâme 1390 yılında tamamlanmıştır. Daha sonra Ahmedî Emir Süleyman2nın yanında bulunduğu sırada bu eserin sonuna Yıldırım Bayezıd’e kadar gelen bir Osmanlı tarihi eklemiş ve bunu 1410 yılında 1.Bayezıd’ın oğlu Emir Süleyman’a takdim etmiştir. Dasitân-ı Tevârih-i Mülük’i Âl-i Osman adını taşıyan 334 beyitlik bu bölüm Ertuğrul Gazi’den başlayarak Emir Süleyman’a kadar gelen Osmanlı tarihi hakkında bilgi veren günümüze ulaşmış ilk manzum eser olan Dâsitân Emir Süleyman’ı öven mısralar ile son bulmuştur. Ahmedî’nin bu manzum eserinden başka 2. Murat devrine kadar Osmanlı tarihi hakkında yazılmış olan herhangi bir tarih eseri bilinmemektedir.
2. Murat devrinde olayların günü gününe kaydedilmiş olduğu kronolojik takvimlerin yazılmaya başlandığı görülmektedir. Ahmedî’nin eserinden sonra günümüze ulaşmış olan ilk Osmanlı tarihleri bu “Takvim”lerdir. Saray Takvimleri de denilen bu metinler çok kısa olup olaylar, eserin yazıldığı yıldan geriye doğru gidilerek yazılır.
Bu eserlerde sadece hükümdarların doğumları, tahta çıkışlarıyla önemli fetihleri ve ölüm tarihleri hakkında bilgi bulunmaktadır. Ne zaman ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan bu eserlerde güneş ve ay tutulmasından yıldızların durumu ile önemli günler, uğurlu ve uğursuz olaylardan da bahsedilmiştir.
2. Murad’a takdim edilen çeşitli konulardaki eserler arasında Osmanlı tarihi bakımından en önemlisi Kâşifi’nin Farsça olarak yazdığı Gazanâme-i Rum isimli eseridir. 2. Murad devrinin manzum bir şehnâmesi olan bu eser Fatih’in düğünü ile son bulmaktadır.Fatih Sultan Mehmet dönemi siyasi bakımdan olduğu gibi, ilim hayatı ve buna paralel olarak tarih yazıcılığı açısından da tam bir yükselme dönemidir. 2.Murat zamanında başlayan Tevârih-i Âl-i Osman ve Takvim geleneği Fatih devrinde de devam etmiş,bunun yanında Tursun Bey ve Ebu’l Hayr gibi tarihçiler,yazmış oldukları eserlerini Fatih Sultan Mehmet’e ithaf etmişlerdir.Ayrıca yine bu devirde Şükrüllah,Enveri ve Karamani Mehmet Paşa gibi tarihçilerin yanı sıra, eserlerinin tamamını Osmanlı Tarihine ayırmış olan Âşıkpaşazâde ve Oruç B.Adil gibi tarihçiler yetişmiştir.Yine bu dönemde Hrıstiyan Devletlere karşı yapılan gazaları anlatan ve Gazavatnâme adını alan eserlerin yazıldığı görülmektedir.
Osmanlı Tarihi yazıcılığında Ahmedi’den sonra gelen tarih yazarı, eserini Fatih Devrinde kaleme almış olan Şükrullah’tır.Aslen Şirvanlı olan Şükrullah 1409 yılında Osmanlı hizmetine girmiş, Fetret Devri’nin sonu ile 1.Mehmet, 2.Murat ve Fatih Sultan Mehmet devirlerinde yaşamıştır.Özellikle 2.Murat zamanında dikkat çekerek padişahın teveccühünü kazanmış ve elçilik göreviyle önce Karamanoğulları’na daha sonra da Karakoyunlu Sarayı’na gönderilmiştir.1488’de İstanbul’da vefat etmiştir.Şükrullah 1456-1459 yılları arasında Behçetü’t Tevârih adını taşıyan Farsça kısa bir tarih yazmış ve eserini devrin sadrazamı Mahmut Paşa2ya sunmuştur.Şükrullah’ın bu eseri 13 bölümden meydana gelen bir dünya tarihi olup son bölümü Osmanlı Tarihi’ne aittir. Bu bölüm Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Fatih Devri’ne kadar meydana gelmiş olan olayları ele almaktadır.Eser Fatih Sultan Mehmet ile Veziri Mahmut Paşa’yı öven sözlerle bitmektedir.
Osmanlı Tarih yazarlarından 3.sü Enveri’dir.Hayatı hakkında hazır bir bilgi bulunmayan Enveri, Fatih ve 2.Bayezid devrinde yaşamış olup tam bilinmemektedir.Enveri onun takma adıdır.Ulema’dan veya din adamlarından olması ve belki de imam sıfatıyla 2.Mehmet’in fetihlerine katılmış olması muhtemeldir.Enveri Düstunâme adıyla manzum bir tarih yazmıştır.Enveri, Sadrazam Mahmut Paşa adına kaleme almış olduğu bu eserini 1465 yılında tamamlamıştır.Enveri eserini Kitap adı verilen 3 bölüme ayırmıştır.1.bölümde Peygamberler Tarihi’ni, 2.bölümde Aydınoğulları beyliği Tarihi’ni ve son bölümde de Fatih’e kadar gelen Osmanlı Tarihi’ni anlatmıştır.Bu 3. kısım çok kısadır.Kendisinin söylediğine göre bu kısım, Teferrüdname adını taşıyan ve Osmanlı Hanedanlığının Tarihi’ni daha detaylı anlatan başka bir kitabın özetidir.
Enveri’den sonra gelen tarih yazarı Karamani Mehmet Paşa’dır.Nişancı, Sadrazam, Tarihçi ve Şair olan Mehmet Paşa Konya’da doğmuştur.Mevlana Celaleddin Rumi’nin soyundan gelen
Arif Çelebi’nin oğludur.İlk tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra İstanbul2a gelerek burada iyi bir eğitim görmüştür.Şükrullah ve Enveri gibi o da Sadrazam Mahmut Paşa’nın himaye ettiği alimler arasına girmeyi başarmıştır.Fatih Devrinde çeşitli devlet görevlerinde çalışmış gösterdiği başarı üzerine padişah tarafından 1478 yılında Sadrazamlık makamına getirilmiştir.Ancak Fatih’in ölümünde 1 gün sonra 4 Mayıs 1481’de isyan eden Yeniçeriler tarafından Cem Sultan taraftarı olduğu için öldürülmüştür.Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın sadrazamı olan Karamani Mehmet Paşa, yazmış olduğu Tevarihü’s-Selâtini’l-Osmaniye adlı eseriyle devlet adamlığı yanında ilk Osmanlı Tarihçileri arasında da yerini almıştır.Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1480 yılına kadar gelen olayları .anlatan bu eser,bütünüyle Osmanlı Tarihi’ni ele alan ilk kaynaktır.Karamani Mehmet Paşa Arapça yazmış olduğu bu eserini Risale adını verdi.Bu eseri 2 bölüme ayırmıştır.1.bölümde Osmanlı devletinin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına kadar geçen olayları, 2. bölümde ise Fatih Sultan Mehmet döneminde geçen olayları anlatmıştır.
2.Bayezid devrinde kaleme alınmış olan Osmanlı Tarihlerinin birincisini Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman isimli eserdir.Aşıkpaşazade eserini Türkçe olarak kaleme alan ilk Osmanlı kronik yazarıdır.Asıl adı Derviş Ahmed bin Şeyh Yahya olan Aşıkpaşazade 14.yy şairlerinden Aşıkpaşa neslindendir.1400’de Amasya’da doğduğu ve çok uzun yaşadığı biliniyor.Çelebi Mehmet ve 2.Murat devirlerinde birçok sefer
katılan Aşıkapaşazade 1437’de hacca gitmiş, döndükten sonra Üsküpe giderek orada Paşa Yiğitoğlu İshak Bey in himayesinde pek çok akına katılmıştır.İstanbul!un Fethinde de bulunan Aşıkpaşazade’ye fetihten sonra İstanbul’da bir ev verilmiş, hayatının geri kalan hayatını büyük dedesi Aşık Paşa adına Fatih’te yaptırmış olduğu mescidde geçirmiştir.Eserini tamamlamış olduğu 1484 yılından sonra öldüğü tahmin edilmektedir.
Aşıkpaşazade hayatının son yıllarında Menakıp veya Tevarih-i Ali Osman adıyla anılan bir eser kaleme almıştır.Türkçe nesir olarak yazılmış ilk Osmanlı Tarihi olan bu eser Aşıkpaşazade Tarihi olarak da bilinmektedir.Aşıkpaşazade, eserindeki ifadesine göre,Fetret Devrinde şehzadeler arasındaki taht mücadelelerine şahit olmuş,Çelebi Mehmet’i 1413 yılında kardeşi Çelebi Musa üzerine gönderdiği orduya katılmış yolda hastalanarak Geyve’de Orhan Gazi’nin imamının oğlu olan Yahşi Fakıh’ın evinde istirahat için kalmıştır.Aşıkpaşazade, Yahşi Fakıh’ın evinde kaldığı bu sırada onu Yıldırım Bayezıd Devri sonlarına kadar gelen Menâkıbnâme isimli eserini görüp okuduğunu ve kendisinde tarih yazma isteğinin orada başladığını belirtmiştir.
Aşıkpaşazade Tarihi bütünüyle Osmanlı Tarihini ele alan ilk Türkçe eserdir.Aşıkpaşazade eserinde Osmanlı Devletinin kuruluşundan 1478 yılına kadar meydana gelen olayları sade bir Türkçe ile anlatmıştır.Onun eseri 15.yy Anadolu Türkçesi’nin en güzel örneklerinden sayılmaktadır.Aşıkpaşazade eserini Bâb adını verdiği küçük başlıklara ayırmış,akıcı üslubunu zaman zaman şiirlerle süslemiştir.Eserdeki kısa başlıklar bazen soru cevap şeklinde bitmektedir.Kronik yazarı,sanki kalabalık bir dinleyici karşısında eserini okurken,dinleyenlerin soru ve itirazlarına cevap vermektedir.Aşıkpaşazade’nin eser aynı zamanda bir halk destanı şeklindedir.Eser adeta gazaya giden ordunun maneviyatını artırmak
için destane bir şekilde kaleme alınmıştır.Aşıkpaşazade olayları anlatırken zaman zaman tahlile de tabi tutmuş,şahsi düşüncelerini de kimseden çekinmeden söylemiştir.
Aşıkpaşazade eserini yazarken 1402 yılına kadar olan olaylar için Yahşi Fakih’in Menakipname’sinden yararlanmıştır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan bir başka Tevarih-i Ali Osman Oruç b.Âdil’in yazmış olduğu eserdir.Hayatı hakkında çok fazla bilgi olmayan Oruç b.Âdil Edirne’de doğmuş memuriyete başlayınca katiplik yapmıştır.Oruç Bey olarak da anılır.Eseri Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1484 yılına kadar gelmektedir.Onun Kroniği Anonim Tevarih-i Ali Osman’larla benzerlik göstermektedir.Bu durum Oruç b. Adil’in muhtemelen Anonimlerle aynı kaynağı kullanmış olduğunu akla getirmektedir.Aşıkpaşazade ile çağdaş olan Oruç b.Adil’de eserini çok sade bir dil ile yazmıştır.
2.Bayezıd döneminden itibaren genel Osmanlı Tarihi yanında, yalnızca bir padişah devrindeki olayları anlatan eserlerin yazılmaya başladığı da görülmektedir.Bu tür eserlerin ilk örneği 2.Murat,Fatih Sultan Mehmet ve 2.Bayezıd devrine yaşamış olan Dursun Bey’in Fatih Dönemi için yazmış olduğu Tarih-i Ebu’l Feth isimli eserdir.Tursun Bey şeklinde anılır.Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur.Ancak Tımarlı Sipahi’nin yada Ümerâ’dan birinin oğlu olduğu ve İstanbul’un Fethinde bulunduğu ve fetihten sonra Fatih’in emriyle şehrin tahriririni yaptığı anlaşılmaktadır. İstanbul’da bulunduğu zamanlar Defterdarlık yapmıştır.2.Bayezıd
Devrinde emekli olmuş ve Tarih-i Ebu’l Feth adını verdiği eserini 1490-1495 yılları arasında kaleme almıştır.
Dursun Bey Fatih Sultan Mehmet’in gaza ve fetihlerini anlatmak için yazmış olduğu eserini 1488 yılına kadar getirmiştir.Tarih-i Ebu’l Feth önsöz,giriş ve asıl metin kısmı olmak üzere 3 bölümden meydana gelmiştir.
Dursun Bey’in bu eseri bizzat içinde bulunduğu olayları anlatması bakımından 1.derecede bir kaynaktır.Ancak Dursun Bey’in eserinde kullandığı dil çok ağırdır.Arapça ve Farsça kelimelerin çok kullanıldığı eserde Fatih devri olayları ayrıntılı olarak anlatılmıştır.Bu bakımdan kendisinden sonra gelen tarihçilerin müracaat ettikleri önemli bir kaynaktır.Nitekim 16.yy.ın büyük tarihçilerinden Kemalpaşazade Tevarih-i Ali Osman’ının Fatih Sultan Mehmet’e ayrılmış olan defterini yazarken Dursun Bey’in eserinden çok yararlanmıştır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan önemli eserlerden biri de Mehmet Neşri’nin Cihânnümâ adlı eseridir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Mehmet Neşri Bursa’da Müderrislik yapmış 1520 yılında orada vefat etmiştir.Mehmet Neşri’nin yazmış olduğu Cihânnümâ sekiz bölümden meydana gelen bir dünya tarihidir.Ancak bu eserden yalnız Osmanlı hanedanının tarihini anlatan 6.kısım zamanımıza kadar ulaşmıştır.Neşri Tarihi adıyla tanınmış olan bu eser 1492 yılında tamamlanmış o tarihlerde padişaha sunulmuştur.Neşri’nin Cihannüması 2.Beyazıd’ı öven bir kasideyle son bulmuştur.
2.Bayezid tarihçilerinden birisi de Mehmet b. Hacı Halil Konavi’dir.Karamani Mehmet Paşa’nın çağdaşı olan Hacı Halil Konya’da doğmuştur.Tarih-i Ali Osman adını verdiği eserini Fatih’in emri üzerine yazdığını söylemektedir.Hacı Halil Konavi eserini 2.Bayezıd Devrinde tamamlamış ve bu devri ilk yıllarındaki olayları ile bitirmiştir.
Aynı dönemin bir başka tarihçisi Sarıca Kemal’dir.Bergamalı olan Sarıca Kemal Fatih Sultan Mehmet ve 2.Bayezıd Devrinde yaşamış Edirne yakınlarında Hasköy2de Müderrislik yapmıştır.Sultan 2.Bayezıd’ın emriyle Selâattinnâme 1490 yılında tamamlanmış olup diğer kronikler gibi Osmanlıların Anadolu’ya gelmeleri ile başlamaktadır.
2.Bayezıd Devrinde yazılmış olan Tevarih-i Ali Osmanlardan biriside Behişti Sinan Çelebi’ye aittir.Sinan Çelebi manzum olarak yazımı olduğu bu eserinde oldukça ağır bir dil kullanmıştır.Bu eserin günümüze ulaşan ve son kısmı eksik olan bir yazması 1389 yılı olayları ile başlayıp 2.Mehmet’in ölümüne kadar gelmektedir.Bazı yerlerinde eksiklikler,bazı yerlerinde ilaveler bulunan diğer bir yazma ise 1502 yılı olayları ile bitmiştir.Eser henüz yayınlanmamıştır.
Görüldüğü gibi Osmanlı Tarih yazıcılığında 2.Bayezıd devrinde hem daha fazla hem de çok geniş ve ayrıntılı eserler kaleme alınmıştır.Bunun sebebi 2.Bayezıd’ın bütün ilim adamlarını himaye etmesi ve onları eser yazmaya teşvik etmiş olmasıdır.Onun için bu dönemde gerek Tarih alanında ve gerekse diğer ilim alanlarında önemli eserler meydana getirilmiştir.Osmanlı Tarih yazıcılığında çok daha hacimli ve çok ciltli eserlerin ise 2.Bayezid devrinden sonra yazıldığı görülmektedir.2.Bayezıd devrinden sonra genel tarihler yanında yalnızca bir hükümdar döneminin tarihini veya bir savaşı anlatan tarihler yazılmaya başlamış;Selimname, Süleymanname gibi eserler kaleme alınmıştır.Daha sonra Şeyhname türünde minyatürlü eserler ortaya çıkmış,bunu 17.yy.’ da yazılmaya başlanan Vak’anüvis tarihleri ve daha sonraki yüzyıllarda da Salnameler takip etmiştir.
OSMANLI DEVLETİ’NDE TARİHÇİLİK ANLAYIŞI
Osmanlı Devletinde Tarihçilik
13. yüzyılın sonlarında Anadolu’nun kuzeybatısında kurulan Osmanlı beyliği’nin dili Anadolu Selçuklu Devleti’nin aksine tamamıyla sade idi. Ama devlet büyüdükçe dil de yavaş yavaş Arapça ve Farsçadan kelimler alarak zenginleşmiştir. Buna paralel olarak kuruluş döneminde tarihçiliğin tam bir kronolojik tarih yazmaktan ziyade, okuyanları eğlendirmeye ve eğitime yönelik olduğu görülmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti devrinde sultanların ve Türkmen Beylerinin saraylarında tarih-hanlar ve menkıbeler okuyan halk şairleri mevcuttu. Osmanlılarda bu geleneği devam ettirmişlerdir. Gazavatname formundaki tarihi eserlerin tahtan çekilen sultanın gururunu okşamak ve edebi zevkini tatmin etmek için yüksek sesle okumak için yazıldığı görülür.
Germiyanoğulları Osmanlı topraklarına ilhak edilince Germiyanoğullarındaki devlet adamları ve âlimler de Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmiştir. İşte ilk Osmanlı tarihçisi olarak nitelendirilen Şair Ahmedî de bu esnada 1. Beyazıd’ın oğlu Süleyman Çelebi’nin maiyetine katıldı. Şair Ahmedî’nin Süleyman Şah için hazırladığı İskendernâmesi’nin sonuna eklediği “Dâsitân-ı Tevârih-i Âl-i Osman” en eski Osmanlı tarihidir. Eseri daha sonraki Osmanlı tarihçilerine örnek teşkil etmiştir.
14. yüzyılda Ahmedî’nin eserinin dışında Hz. Adem’den itibaren peygamberlerin ve halifelerin listelerini kapsayan bir girişle başlayan Selçuklu, Osmanlı ve Karamanlı soylarına ait önemli olayların kayıt edildiği tarihi takvimlerin de düzenlendiği görülmektedir. Genel olarak Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bu asırda Anadolu tarihi hakkında İslam kaynakları yetersizdir. Anadolu’da yazılmış olan kaynaklardan en önemlileri ise Mahmud b. Muhammed Aksarayi’nin Musamarât al Ahbâr’ı, Niğdeli Kadı Ahmed’in Al Valad-al Şafik’i ve Astarabadlı aziz b. Ardaşir’in Bezm-ü Rezm adlı eseridir .
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan eserlerin büyük bir kısmı olayların anlatıldığı devirleri yaşamamış kişiler tarafından kulaktan kulağa duyulanların yazılmasıyla meydana gelmiştir. Yahşi Fakih menakıbnâmesi bunlardan biridir ve kendisinden sonra gelen birçok yazarın eserlerine kaynak olmuştur. Bu eserlerden birisi de Âşık Paşazade’nin Tevârih-i Âl-i Osman’dır. Bu eser menakıb üslubuyla kaleme alınmış olup halkın ve askerlerin psikolojisini yansıtmaktadır. Âşık Paşazade tarihi tertip ve üslup yönünden nesir tarzında kaleme alınmış olmasına rağmen verdiği bilgiler yönünden Osmanlı tarihinin en kıymetli tarihi kaynakları içersinde yer alır. Âşık Paşazade kronik bir şekilde tarih yazmaktan ziyade okuyanlarını dinleyenlerini eğlendirmek ve eğitmek olduğu görülür.
1. ve 2. Murat zamanında Türkçe tarih yazıcılığındaki üstünlüğünü devam ettirmiştir. Anadolu’da daha önce Arapça ve Farsça yazılan eserler Türkçeye çevrilmiştir. Nitekim bu suretle de 1424’ten itibaren Osmanlı tarih yazıcılığı ortaya çıkmıştır. Bunun ilk örneği de Yazıcıoğlu Ali’nin “El- Avâmirü’l Alâiyye fi’l
Umûri’l Alâiyye”dir. Bu eser sonradan tarih yazan herkese kaynaklık edecektir. Fakat Timur’un Ankara Savaşı’yla Osmanlı
devletini yenilgiye uğratması ve ülkeyi yağmalaması her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da bir duraklamaya sebep olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı Rönesans’ını yaşamış her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da yeni yapılanmalar meydana gelmiştir. Bu devirde eski eserlerin tercümelerinin yanı sıra Fatih ve İstanbul’un fethiyle ilgili birçok yeni eser kaleme alınmıştır. Tursun Bey’in “Tarih-i Ebu’l Feth”i, Ebu’l Hayr’ın “Fetihnamesi” ve ayrıca birçok anonim eser hep bu devirde meydana gelmiştir. Yine Fatih devrinde Oruç b. Adil tarafından şimdiye kadar bilinen en eski mensur Osmanlı tarihi yazılmıştır. Fatih devrinin önemli simalarından olan Karamani Mehmed Paşa Osmanlı tarihi üzerine Arapça olarak iki kısımdan oluşan bir risale yazmıştır.
Kuruluş devri Osmanlı tarihçiliğine genel olarak bakıldığı zaman tarihçiliğin bir takım sorulara cevap bulmak amacıyla başladığı ve ayrıca kuruluş ve ilk yıllara dair haberler ihtiva eden eserler olduğu görülür. Bununla birlikte kuruluş devri hakkında bilgiler ihtiva eden eserlere bakılınca bunların o devirde değil daha sonra yaklaşık yüz yıl sonra yazılmış olduğu görülüyor. Genel olarak 15. yüzyıldan önceki Osmanlı tarih yazıcılığı, basit tasvir şeklinde olup “Neden”i arama ihtiyacı bu yüzyılın sonuna kadar görülmez ilk zamanlar yazılan eserler birbiriyle alakası olmayan destansı ya da acemice yazılan eserlerdir.
2.Beyazıd devri’yse Osmanlı tarih yazıcılığında yeni bir çağın başlangıcıdır. Bazı tarihçilere Osmanlı tarihi yazımı görevini vermiştir. Bunlardan ilki İdris-i Bitlisi başlangıçtan 2. Beyazıd Dönemi’ne kadar olan olayları kapsayan “Heşt Behişt” adlı eserini iki buçuk yılda tamamlayarak padişahın emrini yerine getirmiştir. Bitlisi’ye kadar Türkçe hâkimken bu devirden sonra İran tarihçiliği hâkim olmuş ve yeniden Farsça tarihler yazılmaya başlanmıştır
2. Beyazıd daha sonra halkın anlayabileceği şekilde sade bir dille ifade edilen bir eser yazılmasını istemiştir. Kemal Paşazade 2. Beyazıd’ın emrini yerine getirmek için sürekli olarak seyahat etmiş ve “Tevârih-i Âl-i Osman” adlı eserini Türkçe olarak yazmıştır. Bu eser ilk büyük Osmanlı tarihi olarak kabul edilir. Bu eser Osmanlı tarihçiliğinin kaynak sorunu hakkında da önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca Kemal Paşazade Osmanlı tarihini genel Türk tarihi içerisinde gören ilk Osmanlı tarihçisidir.
16. yüzyılda Tevârih-i Âl-i Osman yazmak moda haline gelmiş ve sadece tarihçiler değil edebiyatla, İslami bilimlerle, coğrafya ile hatta bazen tıpla bile meşgul olan çok yönlü insanlar Osmanlı tarihi yazmışlardır. Ayrıca bazı devlet adamlarının da Osmanlı tarihi yazdığını görüyoruz.
16. yüzyılda Mısır ve Suriye’nin fethinden sonra yavaş yavaş Arap tarihçiliği Osmanlı ülkesine girmiştir. Mısır ve Arap tarihçiliğinin etkisine giren Osmanlı yazarlar Salimnameler yazmaya başlamışlardır. Salimnameler genelde Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme alınmıştır.
16. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı içerisindeki önemli bir bölüm de ulemadan kimselerin hayatını anlatan eserler olan Tercüme-i Haller’dir. Bu eserlerde âlimlerin kimin yanında ders gördükleri kesinleştirilmeye çalışılıyordu. Buradaki amaç ilmi bilginin kesintisiz nesilden nesile aktarılmasını sağlamaktır. Genelde içerik bell bir kalıba göre hazırlanmakta, söz konusu kişinin birlikte çalıştığı hocalar, yaptığı görevler, eserleri ve son günleri hakkında bilgi verilmekteydi. Osmanlı topraklarında yazılmış ilk örneği, Sehi Bey’in Tezkire’sidir.
17. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı deyince akla ilk önce Kâtip Çelebi gelir. Hacı Kalfa olarak tanınan Kâtip Çelebi; Fezleke, Cihan-nüma ve Keşfü’z zunun adlı eserleriyle 17. yüzyıla damgasını vurmuştur. Kâtip Çelebi; Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bilimde meydana gelen açığı fark eden Müslüman entelektüelidir.
Tarihin önemini Arapça Fezlekesi’nin başında belirtirken kendisinden önceki tarihçilerden nakillerle bulunarak onların bu husustaki fikirlerine de yer vermiştir. Tarihin konusunu anlatırken de bunun; peygamberlerden, evliyadan, ölümlerden şairlerden, hükümdarlardan vs. den gelip geçmiş kişilerden bahsetmek olduğunu belirtir. Kâtip Çelebi eserlerinde uzun bir hazırlık devresinden sonra bol malzemeye ve mükemmel örneklere dayanarak üstün zekâsıyla olayları tahlil etmiştir.
17. yüzyıldaki bir başka Osmanlı tarih yazarı da İbrahim Peçuylu’dur (Peçevi). Peçevi Tarihi 926–1049/ 1520–1640 yılları arası için Osmanlı tarihinin en önemli kaynaklarındandır. Peçevi eserinde kendisinden önceki olayları; çeşitli kaynaklara, eski gazilerin ve devlet adamlarının hatıralarına dayanarak yazmıştır. 3.Mehmet’in tahta çıkışından itibaren ise bizzat hadiselere şahit olmuştur. Peçevi Macar tarihinden de yararlanmıştır. Bu bakımdan yabancı kaynaklara da bakan ilk Osmanlı tarihçisi olması gerekmektedir. İbrahim Peçevi’den sonra gelen Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi onun eserlerinden yararlanmıştır. İbrahim Peçevi tarihinde bazı fıkraları kaydetmiş, matbaanın icadından Osmanlı ülkesine kahve ve tütünün girmesinden, Atilla ve İskitlerden bahsetmiştir.
16. ve 17. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığında rivayetçi tarih yaklaşımının en belirgin dönemidir. Özellikle 17. yüzyılın tarihçileri çöküş dönemi tarihçileridir.
18. yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vak’anüvislik ortaya çıkmıştır. Vak’anüvis Osmanlı merkez teşkilatında vazifeli devlet tarihçisine verilen unvandır. Vak’anüvisler kendilerinden önce yazılanların telifine memur edilmişlerdir.18. yüzyıldan önce Vak’anüvislik yerine Şayhnâmenüvislik denilen bir memuriyet bulunmaktaydı.
19. yüzyılda ilim ve tekniğin gelişmesi sonucunda Batı’da belirmeye başlayan Osmanlı’da henüz emekleme çağında olan araştırmacı ve neden- nasılcı tarihçilik, ancak Kemal Atatürk tarafından Türkiye’ye getirilecektir. Ancak yine de 19. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli devridir. Bu yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vak’anüvis tarihleri, sefernâmeler, özel tarihler ve nümizmatik çalışmalarının yanı sıra sadece bu asra özel olmak üzere “Salname” adı verilen yeni bir tarih kaynağı ortaya çıkacaktır. Daha sonra “Nevsal” adını almış olan bu kaynaklar bir nevi şuan ki yıllıklar gibidir. İlk resmi Salname 1847 yılında Hayrullah Efendi, Ahmet Vefik Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa’nın ortak çalışması sonrasında yayınlanmıştır.
Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli kaynaklarından biri de seyahatnamelerdir. Seyyah deyince de şüphesiz akla Evliya Çelebi gelmektedir. 10 ciltlik Seyahatname’nin yazarıdır. Gezip gördüğü yerleri dolaştığı ülkeleri, şahit olduğu vakaları canlı birer tablo gibi tasvir etmiş ve usta kalemiyle tarihi olaylara adeta hayat vermişlerdir.
Tanzimat hareketleriyle birlikte Osmanlı örgütlerinin tümünde olduğu gibi tarih anlayışında da modernleşme meydana gelir. Bu dönemde tarih anlayışı dini mihverden haneden tarihi anlayışına doğru kaymıştır. Osmanlı hanedanı etrafında cins ve mezhep ayrımı gözetmeksizin bütün Osmanlı haklarını birleştirmeyi de amaç tutan bu tarih anlayışında ülküleştirilmek istenen, Hanedan veya Padişahtır. Tabi ki Padişah aynı zamanda Halife olduğu için Hanedan tarihi yanında dinsel tarih de devam etmiştir. Fakat bu fikir hareketlerinin gelişmesi Osmanlı aydınları arasında, ulusal tarih doğrultusunda bir eğilimin başlamasına neden olacaktır. Bu akım ilk zamanlarda itibar görmemesine rağmen daha sonra Macar oryantalistlerin etkisiyle yavaş yavaş gelişir.
19. yüzyıl sonunda tarihi ideolojisi Türkçülüğün önemli bir aşaması olmuştur. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Veli Togan gibi Rusya’dan göç etmiş kişiler Türkçü tarih yazım akımının gelişmesine katkıda bulunacaklar ve hatta Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih yazımında önemli bir aşama oluşturacaklardır.
13. yüzyılın sonlarında Anadolu’nun kuzeybatısında kurulan Osmanlı beyliği’nin dili Anadolu Selçuklu Devleti’nin aksine tamamıyla sade idi. Ama devlet büyüdükçe dil de yavaş yavaş Arapça ve Farsçadan kelimler alarak zenginleşmiştir. Buna paralel olarak kuruluş döneminde tarihçiliğin tam bir kronolojik tarih yazmaktan ziyade, okuyanları eğlendirmeye ve eğitime yönelik olduğu görülmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti devrinde sultanların ve Türkmen Beylerinin saraylarında tarih-hanlar ve menkıbeler okuyan halk şairleri mevcuttu. Osmanlılarda bu geleneği devam ettirmişlerdir. Gazavatname formundaki tarihi eserlerin tahtan çekilen sultanın gururunu okşamak ve edebi zevkini tatmin etmek için yüksek sesle okumak için yazıldığı görülür.
Germiyanoğulları Osmanlı topraklarına ilhak edilince Germiyanoğullarındaki devlet adamları ve âlimler de Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmiştir. İşte ilk Osmanlı tarihçisi olarak nitelendirilen Şair Ahmedî de bu esnada 1. Beyazıd’ın oğlu Süleyman Çelebi’nin maiyetine katıldı. Şair Ahmedî’nin Süleyman Şah için hazırladığı İskendernâmesi’nin sonuna eklediği “Dâsitân-ı Tevârih-i Âl-i Osman” en eski Osmanlı tarihidir. Eseri daha sonraki Osmanlı tarihçilerine örnek teşkil etmiştir.
14. yüzyılda Ahmedî’nin eserinin dışında Hz. Adem’den itibaren peygamberlerin ve halifelerin listelerini kapsayan bir girişle başlayan Selçuklu, Osmanlı ve Karamanlı soylarına ait önemli olayların kayıt edildiği tarihi takvimlerin de düzenlendiği görülmektedir. Genel olarak Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bu asırda Anadolu tarihi hakkında İslam kaynakları yetersizdir. Anadolu’da yazılmış olan kaynaklardan en önemlileri ise Mahmud b. Muhammed Aksarayi’nin Musamarât al Ahbâr’ı, Niğdeli Kadı Ahmed’in Al Valad-al Şafik’i ve Astarabadlı aziz b. Ardaşir’in Bezm-ü Rezm adlı eseridir .
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan eserlerin büyük bir kısmı olayların anlatıldığı devirleri yaşamamış kişiler tarafından kulaktan kulağa duyulanların yazılmasıyla meydana gelmiştir. Yahşi Fakih menakıbnâmesi bunlardan biridir ve kendisinden sonra gelen birçok yazarın eserlerine kaynak olmuştur. Bu eserlerden birisi de Âşık Paşazade’nin Tevârih-i Âl-i Osman’dır. Bu eser menakıb üslubuyla kaleme alınmış olup halkın ve askerlerin psikolojisini yansıtmaktadır. Âşık Paşazade tarihi tertip ve üslup yönünden nesir tarzında kaleme alınmış olmasına rağmen verdiği bilgiler yönünden Osmanlı tarihinin en kıymetli tarihi kaynakları içersinde yer alır. Âşık Paşazade kronik bir şekilde tarih yazmaktan ziyade okuyanlarını dinleyenlerini eğlendirmek ve eğitmek olduğu görülür.
1. ve 2. Murat zamanında Türkçe tarih yazıcılığındaki üstünlüğünü devam ettirmiştir. Anadolu’da daha önce Arapça ve Farsça yazılan eserler Türkçeye çevrilmiştir. Nitekim bu suretle de 1424’ten itibaren Osmanlı tarih yazıcılığı ortaya çıkmıştır. Bunun ilk örneği de Yazıcıoğlu Ali’nin “El- Avâmirü’l Alâiyye fi’l
Umûri’l Alâiyye”dir. Bu eser sonradan tarih yazan herkese kaynaklık edecektir. Fakat Timur’un Ankara Savaşı’yla Osmanlı
devletini yenilgiye uğratması ve ülkeyi yağmalaması her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da bir duraklamaya sebep olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı Rönesans’ını yaşamış her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da yeni yapılanmalar meydana gelmiştir. Bu devirde eski eserlerin tercümelerinin yanı sıra Fatih ve İstanbul’un fethiyle ilgili birçok yeni eser kaleme alınmıştır. Tursun Bey’in “Tarih-i Ebu’l Feth”i, Ebu’l Hayr’ın “Fetihnamesi” ve ayrıca birçok anonim eser hep bu devirde meydana gelmiştir. Yine Fatih devrinde Oruç b. Adil tarafından şimdiye kadar bilinen en eski mensur Osmanlı tarihi yazılmıştır. Fatih devrinin önemli simalarından olan Karamani Mehmed Paşa Osmanlı tarihi üzerine Arapça olarak iki kısımdan oluşan bir risale yazmıştır.
Kuruluş devri Osmanlı tarihçiliğine genel olarak bakıldığı zaman tarihçiliğin bir takım sorulara cevap bulmak amacıyla başladığı ve ayrıca kuruluş ve ilk yıllara dair haberler ihtiva eden eserler olduğu görülür. Bununla birlikte kuruluş devri hakkında bilgiler ihtiva eden eserlere bakılınca bunların o devirde değil daha sonra yaklaşık yüz yıl sonra yazılmış olduğu görülüyor. Genel olarak 15. yüzyıldan önceki Osmanlı tarih yazıcılığı, basit tasvir şeklinde olup “Neden”i arama ihtiyacı bu yüzyılın sonuna kadar görülmez ilk zamanlar yazılan eserler birbiriyle alakası olmayan destansı ya da acemice yazılan eserlerdir.
2.Beyazıd devri’yse Osmanlı tarih yazıcılığında yeni bir çağın başlangıcıdır. Bazı tarihçilere Osmanlı tarihi yazımı görevini vermiştir. Bunlardan ilki İdris-i Bitlisi başlangıçtan 2. Beyazıd Dönemi’ne kadar olan olayları kapsayan “Heşt Behişt” adlı eserini iki buçuk yılda tamamlayarak padişahın emrini yerine getirmiştir. Bitlisi’ye kadar Türkçe hâkimken bu devirden sonra İran tarihçiliği hâkim olmuş ve yeniden Farsça tarihler yazılmaya başlanmıştır
2. Beyazıd daha sonra halkın anlayabileceği şekilde sade bir dille ifade edilen bir eser yazılmasını istemiştir. Kemal Paşazade 2. Beyazıd’ın emrini yerine getirmek için sürekli olarak seyahat etmiş ve “Tevârih-i Âl-i Osman” adlı eserini Türkçe olarak yazmıştır. Bu eser ilk büyük Osmanlı tarihi olarak kabul edilir. Bu eser Osmanlı tarihçiliğinin kaynak sorunu hakkında da önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca Kemal Paşazade Osmanlı tarihini genel Türk tarihi içerisinde gören ilk Osmanlı tarihçisidir.
16. yüzyılda Tevârih-i Âl-i Osman yazmak moda haline gelmiş ve sadece tarihçiler değil edebiyatla, İslami bilimlerle, coğrafya ile hatta bazen tıpla bile meşgul olan çok yönlü insanlar Osmanlı tarihi yazmışlardır. Ayrıca bazı devlet adamlarının da Osmanlı tarihi yazdığını görüyoruz.
16. yüzyılda Mısır ve Suriye’nin fethinden sonra yavaş yavaş Arap tarihçiliği Osmanlı ülkesine girmiştir. Mısır ve Arap tarihçiliğinin etkisine giren Osmanlı yazarlar Salimnameler yazmaya başlamışlardır. Salimnameler genelde Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme alınmıştır.
16. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı içerisindeki önemli bir bölüm de ulemadan kimselerin hayatını anlatan eserler olan Tercüme-i Haller’dir. Bu eserlerde âlimlerin kimin yanında ders gördükleri kesinleştirilmeye çalışılıyordu. Buradaki amaç ilmi bilginin kesintisiz nesilden nesile aktarılmasını sağlamaktır. Genelde içerik bell bir kalıba göre hazırlanmakta, söz konusu kişinin birlikte çalıştığı hocalar, yaptığı görevler, eserleri ve son günleri hakkında bilgi verilmekteydi. Osmanlı topraklarında yazılmış ilk örneği, Sehi Bey’in Tezkire’sidir.
17. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı deyince akla ilk önce Kâtip Çelebi gelir. Hacı Kalfa olarak tanınan Kâtip Çelebi; Fezleke, Cihan-nüma ve Keşfü’z zunun adlı eserleriyle 17. yüzyıla damgasını vurmuştur. Kâtip Çelebi; Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bilimde meydana gelen açığı fark eden Müslüman entelektüelidir.
Tarihin önemini Arapça Fezlekesi’nin başında belirtirken kendisinden önceki tarihçilerden nakillerle bulunarak onların bu husustaki fikirlerine de yer vermiştir. Tarihin konusunu anlatırken de bunun; peygamberlerden, evliyadan, ölümlerden şairlerden, hükümdarlardan vs. den gelip geçmiş kişilerden bahsetmek olduğunu belirtir. Kâtip Çelebi eserlerinde uzun bir hazırlık devresinden sonra bol malzemeye ve mükemmel örneklere dayanarak üstün zekâsıyla olayları tahlil etmiştir.
17. yüzyıldaki bir başka Osmanlı tarih yazarı da İbrahim Peçuylu’dur (Peçevi). Peçevi Tarihi 926–1049/ 1520–1640 yılları arası için Osmanlı tarihinin en önemli kaynaklarındandır. Peçevi eserinde kendisinden önceki olayları; çeşitli kaynaklara, eski gazilerin ve devlet adamlarının hatıralarına dayanarak yazmıştır. 3.Mehmet’in tahta çıkışından itibaren ise bizzat hadiselere şahit olmuştur. Peçevi Macar tarihinden de yararlanmıştır. Bu bakımdan yabancı kaynaklara da bakan ilk Osmanlı tarihçisi olması gerekmektedir. İbrahim Peçevi’den sonra gelen Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi onun eserlerinden yararlanmıştır. İbrahim Peçevi tarihinde bazı fıkraları kaydetmiş, matbaanın icadından Osmanlı ülkesine kahve ve tütünün girmesinden, Atilla ve İskitlerden bahsetmiştir.
16. ve 17. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığında rivayetçi tarih yaklaşımının en belirgin dönemidir. Özellikle 17. yüzyılın tarihçileri çöküş dönemi tarihçileridir.
18. yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vak’anüvislik ortaya çıkmıştır. Vak’anüvis Osmanlı merkez teşkilatında vazifeli devlet tarihçisine verilen unvandır. Vak’anüvisler kendilerinden önce yazılanların telifine memur edilmişlerdir.18. yüzyıldan önce Vak’anüvislik yerine Şayhnâmenüvislik denilen bir memuriyet bulunmaktaydı.
19. yüzyılda ilim ve tekniğin gelişmesi sonucunda Batı’da belirmeye başlayan Osmanlı’da henüz emekleme çağında olan araştırmacı ve neden- nasılcı tarihçilik, ancak Kemal Atatürk tarafından Türkiye’ye getirilecektir. Ancak yine de 19. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli devridir. Bu yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vak’anüvis tarihleri, sefernâmeler, özel tarihler ve nümizmatik çalışmalarının yanı sıra sadece bu asra özel olmak üzere “Salname” adı verilen yeni bir tarih kaynağı ortaya çıkacaktır. Daha sonra “Nevsal” adını almış olan bu kaynaklar bir nevi şuan ki yıllıklar gibidir. İlk resmi Salname 1847 yılında Hayrullah Efendi, Ahmet Vefik Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa’nın ortak çalışması sonrasında yayınlanmıştır.
Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli kaynaklarından biri de seyahatnamelerdir. Seyyah deyince de şüphesiz akla Evliya Çelebi gelmektedir. 10 ciltlik Seyahatname’nin yazarıdır. Gezip gördüğü yerleri dolaştığı ülkeleri, şahit olduğu vakaları canlı birer tablo gibi tasvir etmiş ve usta kalemiyle tarihi olaylara adeta hayat vermişlerdir.
Tanzimat hareketleriyle birlikte Osmanlı örgütlerinin tümünde olduğu gibi tarih anlayışında da modernleşme meydana gelir. Bu dönemde tarih anlayışı dini mihverden haneden tarihi anlayışına doğru kaymıştır. Osmanlı hanedanı etrafında cins ve mezhep ayrımı gözetmeksizin bütün Osmanlı haklarını birleştirmeyi de amaç tutan bu tarih anlayışında ülküleştirilmek istenen, Hanedan veya Padişahtır. Tabi ki Padişah aynı zamanda Halife olduğu için Hanedan tarihi yanında dinsel tarih de devam etmiştir. Fakat bu fikir hareketlerinin gelişmesi Osmanlı aydınları arasında, ulusal tarih doğrultusunda bir eğilimin başlamasına neden olacaktır. Bu akım ilk zamanlarda itibar görmemesine rağmen daha sonra Macar oryantalistlerin etkisiyle yavaş yavaş gelişir.
19. yüzyıl sonunda tarihi ideolojisi Türkçülüğün önemli bir aşaması olmuştur. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Veli Togan gibi Rusya’dan göç etmiş kişiler Türkçü tarih yazım akımının gelişmesine katkıda bulunacaklar ve hatta Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih yazımında önemli bir aşama oluşturacaklardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)