Atatürk Dönemi Tarihçilik Anlayışı.
Cumhuriyet dönemi büyük tarihçilerinden Enver Ziya Karal 13 Kasım 1975’de “Türkiye’de Tarih Eğitimi” seminerinde Atatürk dönemi tarihçiliğini “savunma tarihçiliği” diye nitelemişti. Bu çok doğru ve önemli bir saptamadır. Burada söz edilen savunmayı açıklamaya çalışalım.
Osmanlı devletinin kurucu ve önde gelen unsuru olan Türkler büyük bir imparatorluk kurdular, Anadolu ve Rumeli’yi hâkimiyeti altına aldılar, kuzeybatıda Viyana’ya kadar gittiler. 1699 Karlofça Antlaşması ile Rumeli’de ilk toprak kaybı başladı. Ondan sonra 200 yıl boyunca Rumeli’deki toprak egemenliğine yavaş yavaş son verilmeye başlandı. Bu önce Avusturya ve Rusya’ya toprak verme biçiminde oldu. Daha sonra Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı Ulusçuluk akımının etkisiyle Balkanlarda bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Bu durum Avrupa’da oldukça “doğal” bir süreç olarak karşılanıyordu. Onlara göre Türkler tanımadıkları bir dine mensup, ilkel ve istilacı bir güçtüler. Onları istila ettikleri yerlerden çıkarmak kaçınılmaz bir süreçti. Nesnel olarak bakıldığında Türklerin kapitalizme geçmemiş olmaları, eğitimde önemli bir ilerleme göstermemiş olmaları yönetim kural ve yöntemlerini çağa göre geliştirmemeleri, Osmanlıyı Avrupa karşısında zor durumda bırakıyordu.
Türk insanı için bu süreç tam bir karabasandı. Osmanlı devleti hoşgörülü, adil yönetim siyaseti sayesinde Balkanlarda rahatça yayılmış ve buralarda uzun yıllar hâkimiyet kurabilmiştir. Bundan yararlanan Türkler, devletin desteği ile Rumeli’ye kalabalık bir şekilde göçtüler ve geniş alanları yurt edindiler. Balkanların Hristiyan halkıyla barışçıl verimli ilişkiler kurdular. Ne var ki Osmanlı egemenliği son buldukça, Türklerin yüzyıllardır yerleşmiş oldukları kent, kasaba, köylerde barınmaları çok zor hatta olanaksız oluyordu. Savaş koşulları, kırımlar zaten sağ kalanların çoğunu göçe zorluyordu. Birde Osmanlı’nın yerini alan devletler, bu insanların topraklarında kalmalarını istemiyordu. Barış koşullarında da baskı altına alınıyorlardı.
Türkler, Rumeli’den göçün ızdırablarını iki yüzyıl boyunca yaşadılar. Bu süreçte onları tek avuntusu göçebilecekleri eski bir yurtlarının olmasıdır. Bu yurt Anadolu idi, Balkan Savaşı Doğu Trakya ve İstanbul dışında Osmanlı’nın ve Türklerin Rumeli’den çıkarılmasını bütünlemiş gibiydi. Derken 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’ya dayatılan Sevr Antlaşması ile ortaya çıktı ki, Rumeli’den çıkarılan Türklerin şimdi de Anadolu’dan çıkarılması süreci başlıyordu. Türklerin yüzyıllardır çoğunlukta oldukları Ege bölgesinin ve Kuzeydoğu Anadolu’nun Yunanistan ve Ermenistan’a verilmesinin başka bir anlamı olamazdı, “son yurt” durumunda olan Anadolu’nun da “gidici” olduğunun algılanması, bütün Türklerde şok etkisi yapmıştır
Batılılar için bu “normal” “olması gereken” bir durumdu. Çünkü 1071’den önce Anadolu ve Rumeli’de Türkler yoktu, Türkler uygarlıkta geriydi ve Müslüman’dılar. Birinci gerekçe “Tarihsel Hak” gerekçesiydi.
Ancak Türk halkı mücadeleye girip Sevr’i geçersiz hale getirerek yerine Lozan’ı getirmişleridir. Fakat Atatürk Lozan’ın Batı’nın gözünde geçici olduğunu duyumsuyordu. Lozan’ı sürekli kılmanın yolu, Türkiye’nin Avrupa gibi güçlü yani eğitimli, sanayileşmiş, üretken olmasıydı. Atatürk devriminin amacı buydu. Bu, kolay bir iş değildi çünkü Anadolu halkının yüzde doksan beşi okuryazar bile değildi ve ağalık ve şeyhlik düzeninde yaşıyordu. İlk olarak Atatürk Hilafet ve Saltanatı kaldırdı.
Atatürk dönemi tarihçiliğini bahsetmeye çalıştığım koşullar içinde düşünmek gerekir. Başta Karal’dan naklen sözünü ettiğimiz “savunma tarihçiliği” Sevr’e karşı, Sevr’in kurumsal çevresine karşı bir hareketti. Türkleri uygar olmadıkları için Anadolu’dan çıkartma görüşüne karşı uygarlığın Orta Asya’da Türklerde doğduğu, bütün belli başlı insan topluluklarının oradan yani Türklerden kaynaklandığı kuramını ileri sürmek bir savunma oluyordu. Türklerin 1071’den önce Anadolu’da var olmadıklarına karşı oranın en eski uygarlıklarından birini oluşturan Hititlerin Türk olduklarını, hatta en eski Mezopotamya uygarlığını kuran Sümerlerin de Türk olduklarını söylemek, adlarını önemli iki devlet bankasına vermek yine bir savunma tarihçiliği oluyordu.
Şunu belirtecek olursak Atatürk bir komutandı, bir devlet adamıydı, bir devrim önderiydi, tarihçi değildi. Kendisi bir takım tarihsel görüşleri ortaya koymuyordu. Fakat Türklerden yana diye algılanan kimi tarihsel görüşlerin ortaya çıkmasını her bakımdan özendiriyor ve yakından izliyordu. Bizim bugün uydurma ve abartılı bulduğumuz görüşler o dönemde Avrupa’da az çok ilgi görüyordu. Hatta Türk bilim adamlarını bu yönde özendiren kimi Avrupalı bilim adamları vardı
Atatürk için başka ülkelerin insanlarını etkilemek kadar ve daha çok, Türkleri etkilemek önem taşıyordu diye düşünülebilir. İki yüzyıl kadar sürekli yenilgiyi yaşadıktan sonra bir de yurdundan kovulmak istenen Anadolu halkının gayrete gelmesi için önce psikolojisinin düzeltilmesi ve aşağılık duygusundan kurtulması gerekiyordu.
Söz konusu tarih araştırmalarının böyle bir yararı olduğu açıktır. Hatta Atatürk’ün yabancıları etkilemeyi önemsemediği hemen tümüyle Türkleri hedeflediği savunulabilir. Bugün aşırı ulusçu saydığımız kuramlar yanında bu dönemde bilimsel tarihçiliğe arkeolojiye verilen önem de dikkat çekiyor. Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nin kurulması ve bu fakültenin 1945’e kadar sahip olduğu yıldız kurum niteliği, geniş parasal olanaklarla ve devlet müdahalesi dışında özerk çalışılması öngörülen Türk Tarik Kurumu ( Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1931) ve onun Atatürk’ün izlediği Türk Tarih Kongreleri, kitap, dergi yayınları, kazı çalışmaları gibi etkinlikleri sözü edilen tutuma örnektir. Tarih bilimine yapılan bu büyük yatırımlar 1940’ların başından itibaren semeresini vermiş ve bugün Türk tarihçiliği dünyada yeri olan bir tarihçiliktir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder